Şavşat Duvar Gazetesi Felsefe

Altıncı Yaş Hikayesi

Bayram Gökbaşı

Teybin kaset kapağı kırılmıştı. Kaset, teybe el yordamıyla yerleştiriliyor, ikinci düğmeye basmadan da sabitlenemiyordu. En çok da ‘aldırma gönül” ile ‘ leylim ley” çalıyordu eski teyp. Cemseler geçerken leylim leyin sesi kısılıyordu. Büyüklerin, meraklı gözlerle cemselerin arkasından bakıp fısıldaştıklarını hatırlıyorum. Ninem, ‘Allah devletime, milletime zeval vermesin” diyordu.

Biz çocuklar oyun oynarken yanımıza gelen büyükler, bizi uygun adım yürütüp asker selamı verdiriyorlardı, İstiklal Marşını söylettiriyorlardı. Askerimizi, bayrağımızı, vatanımızı çok seviyorduk. Kalabalık toplantılardaki her konuşmanın içinde bunlar muhakkak tekrarlanıyordu. Ben de seviyordum ama bizim Sarıkızın danasını daha çok seviyordum çünkü ben çocuktum ve İstiklal Marşını eksik söylediğimde kulağımın çekilmesinden hiç hoşlanmıyordum. Herkesin biraz korktuğunu, herkesin biraz tedirgin olduğunu hatırlıyorum. Altıncı yaşımdan ağız dolusu gülüşler hatırlayamıyorum.

1981 yılıydı, ‘Askeri şenola bayrağına milletin, arş arş ileri ileri dönmez geri…” türküleriyle önde bayrağımız, Avazanat yolunda uygun adım bütün okul pikniğe gidiyorduk. Çantamda gevrek vardı. Bahattin’in elindeki sitilde de koyun yoğurdu vardı. Ön sıralardaki büyük çocukların elinde top vardı, öğretmen kızsa da vuruyor oynuyorlardı. Biz yürürken onları seyrediyorduk ve topu arkaya doğru kaçırsınlar diye heyecanla, umutla ve her an topu yakalamaya hazır bekliyorduk. Gerçi sırayı bozunca öğretmen kızıyordu ama yinede yiyeceğim azar ya da dayak, bu topa dokunmaya değer diye düşünüyordum. Çünkü biz okulun küçükleriydik ve bizi top oynatmıyorlardı, takım eksik olunca oyuna alıyorlardı ama bu seferde kaleci yapıyorlardı, topla yine muhatap olamıyorduk.

Önde bayrağımız, arş arş ileri ileri dönmez geri… Kuknerlerin arasında büyük nahızın evi geçildikten sonra Avazanat’taki piknik yapacağımız yere varmıştık. Mokta ilkokulu da gelmişti, sanırım iki köy okulu birlikte piknik yapsın diye, yer olarak, Avazanat seçilmişti. Karşılıklı selamlaşmalardan sonra soframızı kurmuştuk. Bendeki cadi gevreği ile Bahattin’in koyun yoğurdunun çok iyi bir ikili oluşturduğunu söyleyebilirim. Bir yandan yemek yerken bir yandan da futbol topunu gözlediğimi hatırlıyorum. Yemekten sonra iki köy okulu takımlarını kurmuşlardı ve beklenen gerçekleşmiş beni takıma almamışlardı. O an 6 yaşımda değil de 13 yaşında olmayı çok istemişimdir herhalde. Ama öğretmenimiz bizi oyunsuz bırakmamıştı ve esir oyunu için kurulan takımda bize yer verilmişti. Çok koştuğumu, işimi ciddiye aldığımı ve kendimi önemli hissettiğimi hatırlıyorum. Sonra degenek oyunu koco oyunu derken, bol oyunlu bir günün ardından, Moktalılarla vedalaşıp geldiğimiz düzende uygun adım köye geri dönmüştük.

Teneffüstü, öğretmenimiz bizi toplayarak kütüphaneye yönlendirmişti. Kütüphanedeki kitapları kucak kucak toplayarak okulun önüne yığacaktık. Aslında ne yaptığımızın farkında değildik. Bizler, hangimiz daha çok kitap taşıyor diye yarışıyor, birbirimize güç gösterisi yapıyorduk. Acaba kitapların yakılacağını bilseydik taşır mıydık? Ama okumayı yeni öğrenmeye başlamış çocukların o kalın kitaplarla başka ne işi olabilirdi ki. En çok sen götürdün yok ben götürdüm didişmeleriyle, kütüphaneyi okulun önüne boşalttık. Kitaplar yanacaktı ve bizim umurumuzda değildi. Biz işin eğlencesindeydik.

Ama bu eğlence içimizde yer etmiş olacak ki yıllar sonra Damar Lisesinden mezun olduğumda, öğretmenler odasından iyi görünen bir yerde, arkadaşlarımla birlikte okul kitaplarını ateşe verip yakacaktık. Üniversitede de benzer şeyler yaşayacaktım. Altıncı yaşımda yaşadığım olay, kitap yakmayı meşru mu kılmıştı acaba? Artık mezun olduk sizden kurtulduk psikolojisi olamazdı çünkü yangının öğretmenler odasından görünmesine özen göstermiştik. Bu tepki öğretmenlerimize miydi yoksa? Kitap yakmakla tepki olur muydu? Acaba altıncı yaşımdaki öğretmenim de birilerine göstermek için mi kitapları okulun önünde ateşe vermişti?

Altıncı yaşımdaki öğretmenim, kitap yığınını ateşlemeden önce hoşuma giden resimli bir kitabı kazağımın içine atarak çaldığımı ve uzaklaşarak öğretmenime baktığımı hatırlıyorum. Öğretmenimiz kitapları biraz parçalayarak biraz da boş kağıtların yardımıyla tutuşturmuştu. Sanki kitapları değil de öfkesini yakıyordu. Sanki kitapları değil de bitmeyen kavgayı yok etmek istiyordu. Gözleri kısık, kaşlarının çatık olduğunu hatırlıyorum. Sanki yanan kitaplara değil de gençlerin kavgasına bakıyormuş gibiydi. Acaba, yanan kitaplardan çıkan sesi, karakolun nezarethanesinden çıkan feryatlara mı benzetmişti? Belki nezarethanede olan kardeşiydi ve dışarıda yaptığı kavganın ikinci raunduydu nezaretteki feryadın sebebi. Kitaplar yanarken öğretmenimin tedirginliğinin sebebi buydu belki de. Belki de o kitapları okumuştu ve belki de 68 de, ‘ DÜNYAYI İSTİYORUZ” diye haykıranlardan biriydi benim öğretmenim. Belki de gözlerindeki o bakış, yenilginin ifadesiydi. Yenilmiş bir öğretmen öğrencilerine nasıl umut verebilirdi ki? Belki de bunun çelişkisini yaşıyordu öğretmenim. Acaba o dönem kardeşlerin kavga etmesine sebep gerçekten o kitaplar mıydı? Bir kitap iki kardeşi birbirine nasıl düşürebilir ki? Anlayamadığım, tarif edemediğim bir yanlış vardı ortada. Hadi ben küçüktüm; 15 yıl sonra fark edecektim yaşananları, ama öğretmenim bu yanlışa nasıl düşebilirdi? Yoksa yaptığı doğru muydu? Doğru olamazdı. Sınıfında okumayı aşılayan bilgi öğreten bir eğitimcinin kitapları yakması doğru olamazdı. Hele bu kitapları, öğrenmeye yeni başlamış çocuklara taşıttırması, hiç doğru olamazdı. Ortada bir yanlış vardı. Öğretmenimin neler düşündüğünü neden böyle yaptığını hala merak ediyorum.

Yanlış vardı ama biz çocuktuk ve işin eğlencesindeydik. Kitaplar yanarken iki takım kurup maça başlamıştık. Beni kaleci yapmışlardı ama yine de mutlu olduğumu hatırlıyorum çünkü takımdaydım artık. Hoplayıp zıplarken çaldığım kitap koynumdan düşecek diye çok korkuyordum ama artık takıma alınmıştım ve biliyordum ki benden küçük biri gelince kalede değil orta sahada oynayacaktım.

Bu İçerik 2938 Kez Görüntülendi

Felsefe Üye Listesi