Şavşat Duvar Gazetesi Kültür ve Sanat

Yavuz Köylü Hacip Amca

Soner Kaya

1986 yılının tahmin ediyorum haziran ayında, finalleri tamamladıktan sonra, her yaz olduğu gibi, köyüme, Kocabeye gidecektim. Ama o yıl Erzurumda yedek subay olarak vatani görevini yapan bir arkadaş, kendisini ısrarla ziyaret etmemi istiyordu. Nasılsa Artvin-Erzurum komşu. Seni buradan yolcu ederim diyordu.

Onu kırmamak adına güzergahı Erzuruma çevirdim. Birkaç gün sonra, Artvine gitmek üzere Erzurum otogarına gittim. 2 yolcunun daha geleceğini söyleyen şoför, bizi 3 saat bekletti, yolcular gelmeyince de yola çıktık. Hava sıcak, otobüs eski mi eski. Ama bunları umursayacak durumda değilim. Artvin’den Şavşata araba nasıl araba bulurumun telaşındayım. Yollar bitmiyor, zaman adeta su gibi akıyordu.

Artvine vardığımızda saat 5 gibi olmuş, köprübaşında birkaç kamyondan başka araba kalmamıştı. Şavşata gitmeliydim ama nasıl? Bunu düşünürken birkaç kişi daha toplandı, hepimiz Şavşata gidecektik. Ne arabada klima olup olmadığı, ne de koltuğun konforu umrumuzdaydı. Yeterki Şavşata gidelim. Hopadan Şavşata giden bir kamyon bizi aldı. Kamyonun arkasında sebze kasaları koltuk, branda ise minder oldu bize. Adeta Çoruhun azgın suyuna, hangimiz daha hızlıyız dercesine kullanıyordu kamyonu şoför. Ne var ki stabilize ve virajlı yollar bir türlü bitmiyordu. Soğuk su da yapılan mola, yenilen mısıra rağmen, ben hiç mi hiç keyifli değildim. Şavşat Kalesi’ni gördüğümde, savaşı kazanmış ama askerinin çoğunu kaybetmiş kumandan gibi, kazandığıma mı sevineyim, yoksa kaybettiklerime mi üzüleyim diye düşünüyordum. Evet Şavşat’a varmıştım, ama bu saatte köye nasıl gidecektim? Hayırlısı deyip yol kenarında beklerken, bir kamyonetin durduğunu gördüm. Hemen elimdeki valizle kamyonetin arkasına sıçradım. Nasılsa Ardahana doğru gidiyordur, Sulanat ta iner, valizi Binali Amcalara bırakır, sabahta gelir alırım diye düşündüm. Yavuzköyde değirmenlere geldiğimizde, araba sağa doğru saptı. Hemen cama vurdum, biz Kireçliye gidiyoruz dediler. Bilsem ki Sulanata çıkmayacak, Şavşattan hiç ayrılmaz, orda ya bir otelde, ya da bizim köylü birinde kalırdım.

Artık çare yoktu, yürüyerek gidecektim, ama önce Yavuzköyün sırtına çıkmak gerekirdi. Yeni yol yapıldığı için kestirme olan patika yollar dağılmıştı. Mutlaka yeni bir patika yol oluşturulmuştur diye düşünmeme rağmen, karalıkta göremiyordum. Tek çare, asfalt yolu izlemekti. Elimdeki valiz gittikçe ağırlaşıyor, karanlık olabildiğince bastırıyor, köpek ulumaları iyice artıyordu. Ve tabi ki serde gençlik olsa da, korkuyordum. Bir anda, arkadan yolcu minibüsünün geldiğini gördüm. Yanıma gelince durdu, bindim, ama onun da son durağı Yavuzköy Camisinin önündeki dükkanlardı. Minibüstekiler, kim olduğumu, bu saatte yolda olmamın nedenini ve nasıl buraya kadar geldiğimin hikayesini arka arkaya sordukları sorularla öğrenmişlerdi. Camiinin önünde ben yine valizi elime aldım, Yavuz Köyün sırtına çıkıp, sonra da köye inmekti niyetim. Hadi hoşcakalın dediğimde, o zamana kadar hiç konuşmayan birinin, olmaz, ben seni bırakmam sözü beni şaşırttı. Kibarca hayır diyecektim ki, san köydan kalkmış oğumaya getmişin, biz da okğuyan kimsaya bir gün hğizmet edaruğ. Bu geca bizda kal, yarın eva gedarsın diye sözümü kesti. Bu sözlerinden, memleketimde insanların eğitime ne kadar önem verdiğini bir kez daha anladım. Kafamı kaldırıp o zaman kadar hiç konuşmayan kişiyi gözlerimle süzdüm. Camiinin önündeki yüksek elektrik direğinde bulunan sokak lambasının cılız ışığında bile başındaki köşeli şapkanın kenarlarının yıprandığı, hatta biraz kirlendiği, küçük kareli ceketinin yıkanmaktan buruşup, kollarının kısaldığı, yüzündeki derin kırışıklıklardan hayatın onun için ne kadar çetin geçtiği net biçimde görünüyordu. Öyle yorulmuş ve yıpranmıştım ki, daha fazla itiraz edecek halim yoktu.

Hiçbir şey konuşmadan elimdeki valizi aldığı gibi, evlerine doğru yürümeye başladı, ben de arkasından. Yürürken sessizliği o bozdu, adının Hacip olduğunu, daha fazlasını istemesine rağmen, içinde bulunduğu şartlardan dolayı ilkokulu ancak bitirdiğini, ama okumanın içinde ukde kaldığını anlatıyor, ben de ‘haklısın” anlamında başımı sallıyordum. Bir evin önünde durdu, ‘çabuk misafir odasını hazırlayın” diye bağırdı, biz biraz ayak kırdıktan sonra iki katlı bu klasik Şavşat evinin misafir odasına geçtik. Duvarları, üzerine tarihler atılmış, ev sahibinin adı ile renk renk figürlerin olduğu kilimler süslüyordu. Sökiye serilen cecim ise, kilim gibi aynı marifetli ellerden çıktığını haykırıyordu sanki. Oturduğumuz minderler, eski örtülerden kaplanmış olsa da, ev sahibinin sevgisi gibi sıcakça kucaklıyordu misafirini. Siyah zemin üzerinde çeşitli resimler oluşturularak yapılan dikdörtgen biçimindeki sert yastıklar, ev sahibinin misafir için her türlü konforu sunmayı amaçladığını gösteriyordu.

Biraz sonra, Hacip Amca’nın tahminen 35 yaşlarında olan oğlu, içinde yeni pişirildiği çıkan buharından anlaşılan yarım poğaça ve bakır sahanda eritilmiş peynir olan sini ile odaya gelmişti. Küçük masanın üzerine siniyi koyduktan sonra, devlet erkanının makamından çıkar gibi, elleri göbeğinin üzerine bağlı olarak, geri geri kapıya gidip, odadan ayrıldı. Hacip Amcayla karşılıklı oturup peynir eritmesine ekmeği batırırken, final sorularından biri olan Thomas Hobbe’sun ‘İnsan insanın kurdudur” felsefesinin haklı olmadığını savunmakla, ne derece doğru cevap verdiğimi düşündüm. (Gerçi sınavı yapan Hocamın benimle aynı kanaatte olmadığı, sınav sonucundan anlaşıldı.) Erimiş tereyağının eritmenin üzerinde oluşturduğu muhteşem görüntüden mi, karşılıksız ve sevgiye dayalı ikram edilen yemek olduğundan mı, yoksa açlıktan mı, bilinmez ama, bu yediğim en güzel peynir eritmesiydi.

15 yıllık meslek hayatımda ülkemizin hemen hemen tüm bölgelerinde bulundum ve görev yaptım. Gittiğim yerlerde, konuştuğumuz kişiler, Artvin’li, özellikle de Şavşatlı olduğumu öğrendiklerinde, biraz imrenmek, biraz da hayranlık duyarak, ‘siz de eğitimli insan sayısı oldukça fazlaymış” dedikten sonra, nedenini soruyorlar. Şavşat’ta, eğitime bu derece önem veren binlerce Hacip Amca’ların olduğunu anlatmak her zaman mümkün olmuyor, soruları cevapsız kalıyor bazen. Ondan sonra bir daha göremediğim Hacip Amca’ya ve onun gibi binlercesine sevgiler.

Bu İçerik 1763 Kez Görüntülendi

Yorumlar

Aytaç Çelik

Teşekkür

Aytaç Çelik - 2 Ekim 2006
Bu güzel anınızı okurken inanın sanki bunları ben yaşadım. Gerçekten Şavşat’ın ve İnsanının dünyada eşi benzeri yoktur. Böyle unutulmaz anıyı bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim Müfettiş Bey,,Selamlar
Ayşenur Şahan

Hacip amcalar oldukça...

Ayşenur Şahan - 1 Ekim 2006
Yazınızı okurken içim dolu dolu oldu. Şavşat’ım, eğitim için ne fedakarlıklara katlanmış sayılı ilçelerden biri. Hacip amcalar ve onun gibi binlerce belki, amcamız ve dayımız! Onlar okumayı ve okutmayı bu kadar sevmeseydi, bizler buralarda olamazdık.Hepsine gönül dolusu saygı ve hürmetlerimi sunuyorum. Anlatımızın bir harika,beni çocukluğuma ,anılarıma götürdüğünüz için teşekkür ederim.İnşaallah yazılarınızın devamını gelir. Ülkenin bir çok yerini gezmiş biri olarak, sizden öğreneceğimiz çok şey var diye düşünüyorum. Saygılarımla...
Bahadır Altun

teşekkür

Bahadır Altun - 29 Eylül 2006
yazınızı zevkle okudum. Şavşatlı olmakla ve şavşatlı olanlarla bir kez daha gurur duydum. Paylaştığınız için teşekkür ediyorum...

Kültür ve Sanat Üye Listesi