Şavşat ve Kültür-Sanat Anılar

Yayladaki Acı Tatil

Erdoğan Bilgin

1964 yılında ekinler vakti Şavşat’ın zegân köylerinden biri olan Süles’te (Aşağı Koyunlu) dünyaya gelmişim. Evimiz köyün takriben 5 km dışında, satavalaya daha yakın, alabalık gölünün hemen üstünde oldukça güzel mevki ve manzaraya sahip bir yerde olup, aile olarak kalabalık bir nüfusa sahiptik. Rahmetli büyük babam otoriter bir kişiydi. Babam 1970 yılında Murgul’da Etibank Maden İşletmelerinde iş başı yapmıştı. Köyümüz dışına çıkışımız, gurbet bu şekilde başlamıştı. Her yaz okullar tatil olduğunda köye gelirdik. Daha çok anne annemlerde kalırdık. Orda bize pek fazla karışan konuşan olmazdı. Hem akranlarımız çoktu. En küçük dayım bile benden bir ay büyüktü.

1978 yazıydı. Okulların tatil olmasına yakın ailece; “bu yıl bir yayla kiralayalım” diye karar almıştık. Büyük babamlar çok uzun senelerden beri yaylaya çıkmazlarmış. Anne annemler de birkaç yıldır yaylaya çıkmıyorlardı. Yazın sıcağında köyde kalmak yerine yayla havasını teneffüs etmek ve dinlenmek istiyorduk.

Yaylada birkaç inek, bizleri meşgul eden iki dana akşam çobanların malı getirmesini beklememize ve o tatlı koşuşturma, telaşı yaşamamıza yetiyordu. Havalar iyice ısınmıştı. Yaylada gençlerin serinlemek için her yıl yaptıkları veya onardıkları çay üzerinde bir gölet vardı. En küçük dayım Eyüp, en büyük teyzemin oğlu Üzer, kardeşim Erol’la beraber bu gölete gittik.

Göletin önündeki setten eser yoktu. Sel almış götürmüş, dağıtmış. Deredeki irili ufaklı taş ve kayalardan duvar örmeye başladık. Güneş kızdırdıkça kızdırıyor, çalıştıkça daha çok ısınıyor ve yüzme arzumuz artıyordu. Duvar örerken zaten suyun içindeydik hem oynuyor, hem ıslanıyor serinliyor hem de çalışıyorduk. Suyun önündeki bent bir metreden yüksek olmuştu. Derenin kenarındaki kortlardan sık çimli olanları koparıyor duvarın iç kısmına yamalıyorduk. Taşların arasından su kaçmasın ve bir an önce göl oluşsun diye…

Saat 15 sularına doğru göl oluşmuş hem yüzüyor hem yeni yeni bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Bu göletin her yıl mekân seçilmesinin sebebi suyun birkaç metre yüksekten akması, ğurğulema oluşturması ve tabiî olarak hazır olmasıydı. Duvar çimlenmiş, su duvar seviyesinde dolmuştu. Suyun bir şelale gibi akmasını ve daha eğlenceli olmasını istiyorduk. Onun için yukarıdan çayın yönünü değiştirmek ve yüksek kayaların, taşların üstünden akmasını sağlamak istiyorduk.

Suyun yönünü çaydaki taşları temizleyerek ve kazarak değiştirdik yüksek kayaların karşısına getirdik. Şelale gibi akması için oldukça büyük olan ve bir biri üstüne binmiş üç taşın altından kanal açmamız gerekiyordu. Taşların altındaki kum ve irili ufaklı taşları temizliyorduk. Su yavaş yavaş yol bulmuştu. Biraz daha derken kardeşim kayaların altına sokulmuş bir taşı sökmeye çalışıyordu.

Farkında olmadığımız bir felaketin eşiğindeydik. Üç çift öküzün dahi çekemeyeceği kadar büyük ve ağır olan taşın altında adeta denge noktası olan küçük bir taşı çekmeye çalışan kardeşimi bekleyen tehlikeyi fark etiğimde teyzemin oğlu kayaya yüklenmişti ve kaya kardeşimin beline kayarak çöktü..!

Çılgına dönmüştüm. Taşa yükleniyoruz, kaldırmaya çalışıyoruz ne mümkün. Kardeşimden ses çıkmıyor. Sadece uzun aralıklarla inilti sesleri geliyor. Kardeşimin kayanın altında morarmaya başladığını ve imdat bekleyen gözlerle bakışını görünce kendimi kaybettim. Kendimi dereye attım. Ağzımdan burnumdan kanlar gelmeye başlamış ondan önce ölmek istiyordum. Etrafa bağırıyoruz. İmdaaat istiyoruz, sesimizi duyuramıyoruz. Yaylaların olduğu daha aşağılara sis çökmeye başladı. Sanki başımızdaki felaketi kimseler duymasın görmesin der gibi…

Eyüp dayım gelip beni derenin içinde ayağa kaldırdı. Suratıma bir iki patlattı. Ulan sen ne yapıyorsun? Gelip yardım etmesen kardeşin ölecek” Bir insana ihtiyacımız varken birde seninle uğraşayım!...

Teyzemin oğlu da paniklemiş ve ne yapacağını bilmeden hareket ediyor dere boyunda avazı çıktığınca bağırıyor yardım bulmaya çalışıyor.. Nafile. Derenin o güzelim sesi bizim sesimizi boğan canavara dönüşmüştü. Sis kâbustan beter çökmüştü üzerimize. Dayımın ikazı beni kendime getirdi. Onlar halen daha taşa yükleniyorlar sözüm ona kaldırıp çocuğun oradan çıkmasını sağlamak için. Rabbim, Mevlâm, Yüce Allah’ım yardım etti de kardeşimin cenin şeklinde kalmış olduğu vücudunun rahatlamasını sağlayacak, ayaklarını geriye doğru çekip oluşturulan boşluktan bedenini çekebileceğimiz imkânı sağlayacak çare aklıma düştü. Kardeşimin bedeninin altını temizlemeye kazma kürek gibi kullandığım ellerimle var gücümle devam ediyordum. Saniyeler geçiyor, kardeşimin rengi solmaya başlamış, ses çıkmıyordu. Derken elim yirmi santim genişliğinde on beş santim kalınlığında bir taşa ulaştı ve taşı çıkaramıyorum. Bir ses bu taşı çıkar kardeşin kurtulacak diyor. Gücüm bitmişti. Dayıma seslendim. “Dayıııı bunu çıkar, bunu çıkarrr!!!” Siz Üzer’le kayayı tutun kaymasın, altına taş koyun çökmesin dedi. O anı hiçbir zaman unutamam. On dört yaşında olan dayıma Allah’ım Seyit Onbaşının gücünü vermişti. Elini bir kepçe gibi geçirdiği gördüğümden de büyük olan o taşı ağır ağır söküp yerinden çıkardı.

Kardeşimin içinde sanki patlayacakmış kadar nefes birikmişte bir anda ahhhhhh diye nefeslendi. Dünyalar benim olmuştu ama içimdeki korku geçmemişti. Kardeşim sakat kalabilirdi. Yürüyemezdi. Ruhunu teslim edebilirdi. Önce ayaklarını yavaş yavaş kanala doğru geriye uzatmasını sağladık. Daha sonra kollarından tutarak öne doğru kayanın altından çıkardık. Dayım beni teskin etmeye çalışıyordu. Teyzemin oğlu da sevinçten havalara zıplıyordu. Çünkü kendini çok suçlu hissetmişti kayanın üzerine çıkıp kaymasına neden olduğundan dolayı. Dayım; Erdoğan, bak hiç bir şeyi yok. Dur yerinde yavaş yavaş gidelim diyordu. Bende hayır o yürüyemez, ayakta duramaz diyor ağlıyordum. Kardeşim ağrıdan inliyor, nefes almak sanki azap veriyor gibi acı çekiyordu. Dayıma; “o ayakta duramaz” deyince, “Erol dene bakalım durabilecek misin?” deyip ellerini yavaşça bıraktı ve kardeşim iskeletsiz torba gibi yere yığıldı.

Babama haber vermek ve yayladan yardım getirmek için evlere doğru bayır aşağı var gücümle koşuyorum. Çok mutluydum kardeşimi kayanın altından çıkardık diye. Üzüntülüydüm onun ızdırap çeken halinden bir sakatlık olabilir diye. Korkuyordum. Babam beni suçlayabilir diye. Derken eve vardım.

Baba.. Baba! Diye seslenip dururken annem her zamanki donuk haliyle; Ne var? Ne bağırıp duruyorsun? Diye çıkıştı. Hem annemin yapabileceği bir şey olamayacağını düşündüm hem de söylemeye cesaret edemedim ve “hiç, babam nerde?” diye sordum. “Yoldan İpekte” dediğinde beş on adımı koşmuştum bile.

Babamı bulup acelece; “Erol’un ayağına taş düştü, yürüyemiyor” dedim. Koşu adımla önce yaylalara sonrada kardeşimin olduğu dere boyundan yukarı doğru yürüdük. Kardeşimin vücudu soğudukça ağrıları artıyordu. Hemen bir koyun kestiler. Morarmış olan beli ve bacaklarına yaş deriyi sardılar. Akşam olmuştu. Doktora ancak ertesi gün sabah götürülebilirdi. Kardeşimin feryatları sabaha kadar durmadı. Sabah gün doğarken kardeşim üzerine yün yataklar sarılı olan bir kızakla Ardahan’a götürüldü. İki gün sonra geldiler. Hamdolsun tehlikeli ve kalıcı bir şeyi yoktu. Bir ay her hareketine dikkat edildi ve tedavi gördü. Allah, kardeşimi bizlere bağışlamıştı. O tatil benim için unutulmaz acı bir tatil olmuştu.

Saygılarımla.

ERDOĞAN BİLGİN

Bu İçerik 184 Kez Görüntülendi

Kültür Anılar Üye Listesi