Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Ankara’da Sıradan Bir Gün!

Oğuz Altun

Zamanım fazla olmadığı için heyecanla beklediğim -hatta bir bölümünü önceden okuma ayrıcalığına sahip olduğum- öyküyü yazıcıdan çıkartıp, koşarak işyerinden ayrıldım. Saat 5’i geçmişti ve ben 6 da Kızılay’da eşimle buluşacaktım.

Otobüste giderken elimdeki kağıtları gözucuyla okuyor ama hikayeye hakettiği dikkati veremiyeceğimi düşünerek endişeleniyordum. Sabırlı olmam gerekse de bir türlü engel olamıyordum merakıma. Derken, bir de baktım öykünün içindeyim; kah kuş seslerini duyuyorum kulağımda, kah dün geceki yağmurun kokusunu burnumda...

Durakta bir yolcu inip te koltuğa oturunca daha bir keyifle okumaya başladım.

San inekların peşında gedanda, ben kısa yaz tatillerinin başındaki o ürkekliği yaşıyordum. Aslında ait olduğum ama tam anlamıyla hiç bir zaman içinde olamadığım köyüme ilk gidişlerim geldi aklıma: İkisuyun Arası’na gidişler hep köye gelmenin sevinciyle birlikte, köyden uzağa gitmenin burukluğunu da taşırdı. Bu burukluk ta sırtı dönüp, o güzel iki evi görünceye kadar devam ederdi. İki evde de bana ait olan ama anlamını sorsalar hiç bir zaman söyleyemiyeceğim birbirinden farklı tatlar vardı.

Tam sayı oynarken, etrafımdaki hareketlilik beni o çizginin arkasından alıp tekrar otobüse taşıdı. Kızılay’a gelmiştik. Apar-topar otobüsten inip Meşrutiyet Caddesini geçtim. Karanfil’den ilk kez bu kadar çabuk geçiyordum. Biraz daha çabuk olursam, Sakarya’ya erken ulaşır, Songül dersten çıkmadan kalan kısmı okuyabilirdim.

Dersanenin önüne geldiğimde nefes nefese idim. Saate baktım; daha 10 dakika vardı. Hemen kaldığım yeri buldum. Oradaydılar. Oyunu bırakmamışlar, beni bekliyorlardı...

Benim için köy, yayla ile hatta yayla yoluna çıkarken başlardı. Evden çıkışın telaşı, yolda giderken karşılaşılan kişiler, "ola tanıdın bu kimidi?", "I ıh" konuşmaları. En iyi ihtimalle geçen yıl karşılaştığın kişileri çocuk hafızamda tutamamanın sonuçları... Ki halen dahi en büyük sorunumdur isimleri hatırlamak...

Rahmetlik "Kaptan Emigilın" evin önünde içilen suyun tadı, yol boyu karşılaşılan her evin kendine has görüntüsü, önünden geçilen mezarların hala unutamadığım ve başka hiç bir yerde hissedemediğim garip ama korkutmayan sessiz titreşimi, muhakkak uğranılan kooperatifin kokusu, "Aşaxki Yayladan" gidilecekse -ki hep severdim o yolu- muhakkak uğranan iki ev: Birincisi Muhammed amcalar, ikincisi Şemseddin Tayigil. Her iki evin de çocukluğumdan kalan güzellikleri ve ait olma hissi...

Aşaxki yaylada içilen buz gibi su, önündeki varacağın hedefi görebilme, büyüklerin izlenecek yolu tayini (Yatağın sırtı veya Zendaba’nın yaylası), rakım farkından kaynaklanan ısı değişiminin hissedilmeye başlanması...

Ve yanımda heybetli polis motorlarını parkeden Şahin’ler. Bu aradaki fark değil mi zaten bize oraları özleten? Bugün bile bizim köyün çocuklarından kaçı görmüştür tam teçhizatlı polisleri?

Biraz da öfkelenerek dönüyorum yazıya. Ama çabuk kavrıyor beni yaylanın ilk görüntüsüyle beraber hissedilen serinlik ve telaş.

Her yıl yaşamaya mecbur olduğum hisler vardı: Genelde en son giden biz olduğumuz için, en zor kaynaşan da biz olurduk. Zaten az duyduğumuz şiveye alışmak zor olurdu. Rahatlıkla konuşanlara imrenerek bakar, ilk yabancılığı üstümüzden atana kadar fazla konuşmamayı tercih ederdim.

Çok iyi arkadaştık Salih’le. Ama benden mi yoksa ondan mı kaynaklandığını bilemediğim bir çekingenlikle her sene yeniden "tanışmak" durumunda kalırdık. Birbirimize ısınmamız birkaçgün alır, sonra gelecek seneye kadar gene çok iyi arkadaş olurduk. Garip ama, bunun çocukluğa has bir durum olmadığını üniversite 3. sınıftayken anladım. O yaz belki de 4-5 yıllık aradan sonra karşılaştığım Salih’le gene aynı olmuştuk. Evet ikimiz de yeterince "yabaniydik".

Ben bu oyunların hiçbirini çok iyi oynayamadım ama hepsinden inanılmaz haz aldım. Arabam da en hızlısı değildi, velfezam da ne en uzağa, ne de en yükseğe çekardı. Benim arabama başkası binince çok iyi giderdi ama ben bir türlü beceremezdim.

Çobanlığa belki birkaç kez gitmişimdir. Köy işlerini de fazla yapmadım. İnsanlara iş olarak gelen her şey, benim için büyükler izin verdikçe aşanan bir zevk olmuştur. İçimde kalan "keşke" varsa, o da bu işleri iş olarak yapamamaktır.

"Biraz çalıtım" diyebileceğim bir yaz vardır, o sene de dünya kupası maçlarını izlemeye çalışıyorduk. Aynı zamanda Kurundere mahallesinde akşam saatlerinde maçlar yapardık. İşin verdiği yorguluk bizi bu zevkten mahrum edemezdi. Zevkle izlediğimiz ilk dünya kupasının maçları çok az aklımdadır ama o maçların ikinci yarılarını uyuyarak izlediğimi hiç unutmam.

Bir de Mısır’lı Eni Remzi’yi... Maçlarda hepimiz meşhur futbolcuların isimlerini kendimize yakıştırmaya, en fiyakalı ismi bulmaya çalışırdık. Ama Cino... O hiç kimsenin beklemediğini yapmış, topu ayağına alınca "Ben Eni Remzi’yim" demişti. Ve ne kadar hoşuma gitmiş ki, galiba ömrümün sonuna kadar unutmuyacağım ve her aklıma geldikçe bu tebessümü yüzümde hissedeceğim. Sahi benim futbolcum kimdi?

Birkaç gün sonra Araklı’lı dostum Eyüp ve eşine de okurken onların da duygulandıkları yazının son bölümleri benim için ilk okumamda neler hissettirdi, anlatmak zor. Boğazımı sıkıştıran, gözlerimi acıtan Ankara’nın bu mevsimde olmayan hava kirliliğiydi galiba.

Saat 6 olmuş, Songül dersten çıkmış, eve gidebilmek için Sakarya’dan Güvenpark’a yürürken kafamın içinde dönüp duran düşünceler. Eşim yanımda neşe içinde konuştukça yavaş yavaş kendime geliyorum. Balıkçıdan gelen ve o yaz gününde hiç çekilmeyen koku beni bu güne iyice taşıyor ve daha çok kopuyorum anılardan.

Köyü hiç görmeyen eşime verdiğim sözü düşünüyorum. Bu yaz köye gideceğiz. Karşılaştığımız şeyler karşısında bakalım o neler hissedecek?

Bana dönüyor ve "Oğuz dalgınsın biraz, neyin var?" diyor. Elimdeki kağıtları gösteriyorum "Bahadır çok güzel yazmış" diyorum beni anlayabilmesini isteyerek. Anlıyor. "Bu yaz köye gidelim" diyor.

Yeşil yanıyor ve biz acele adımlarla karşıya geçmeye çelışırken, kırmızıda geçmeye çalışan taksiciye çıkışıyorum

"Kırmızı yanıyor, kör müsün?"

Bu İçerik 127 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi