Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Cilavuza Doğru

Kibar Altunal

CİLAVUZ’A DOĞRU

1970’li yılar. Köyümüzde ilkokulu bitirdikten sonra, bizim dönemimizin en revaçta mesleğine sahip olabilmek için öğretmen okuluna girmekti bütün çabamız. Çünkü öğretmenlik, her okulu bitirenin mecburi hizmet gibi hemen tayin edilerek maaşa başlandığı bir meslekti. Bunun dışında köylerimizde ilk gördüğümüz devlet memurluğu öğretmenlikti ve bu yönüyle de bize zaten cazip geliyordu.

Gerçi bizim orta öğretim öğrenciliği yaptığımız yıllardan az sonra yani 1980’li yıllarda, öğretmenliğin gençlerimiz nazarında biraz değeri kayboldu, ya da tam olarak anlaşılamadı. Zaten bunun sonucu olarak ta ülkeyi yönetenler acil öğretmen açığını karşılayabilmek için öğretmenlik branş mezunu olmayan 4 yıllık lisans mezunlarından (mühendis, mimar, jeolog vb.gibi.) öğretmen atamak zorunda kaldı.

Ama artık günümüzde biliyoruz ki, öğretmenlik mesleği yine önemli bir konuma geldi ve öğrencilerin tercihlerinde favori durumda olduğu için öğretmenlik branşlarının puanları da yükseldi. Çünkü, devlet kadrolarında en çok istihdam alanı yine öğretmenlik. Aslında gönül ister ki öğretmenlik gibi toplumsal gelişme, kalkınma ve ulusal şuurlanma açısından çok önemli bir görev ifa eden mesleği gençlerimiz ideal bir meslek olarak tercih etsinler. Bu da kendiliğinden olmuyor. Tabii ki bir çok etkileyeni var kuşkusuz bu tercihlerin. Çalışma ortamı, sosyal statü, ekonomik durum bunlardan bazıları.

Neyse biz konumuza dönelim. O yıllarda ailemizin büyük bir fedakarlık ve ileri görüşlülüğü ile, Kars Susuz Kazım Karabekir (Cilavuz) İlk Öğretmen Okulu’na 1972 yılında gündüzlü öğrenci olarak kaydımızı yaptırdık. Benimle beraber Köyümüzden Temurhan Başar da kaydını yaptırdı. Zaten bizden iki yıl önce ağabeyim ve yine Köyümüzden Yenilmez Temiz de aynı şekilde kaydolduklarından okulun bulunduğu Susuz İlçesinde ev kiraladık ve 2008 yılının şubat ayında kaybettiğimiz rahmetli annem de bizim aş ekmeğimizi yapacaktı.

O yıllarda bu işler o kadar kolay olmuyordu tabii. Başka bir ilde ev tutacaksınız, eşya alacaksınız, kışı oldukça sert geçen yer için Şavşat’tan yakacak götüreceksiniz ve bunları ciddi maddi sıkıntılar içerisinde yapacaksınız. Biz de çocuklarımızı başka başka şehirlerde okutuyoruz da o zaman ailemizin ne tür zorluklara göğüs gerdiklerini daha iyi anlıyoruz.

Benim için ilk defa gurbete gidişti bu okul macerası. Daha önce sadece köyden ilçeye, yani Şavşat’a gitmiştim. İnsan her zaman hayal eder öte dünyaları, yerleri. Gördüğü her yer ilginç gelir ona.

Ailemiz bunları düşünürken bir taraftan da mutat olan sonbahar işleri görülüyordu. Mısırlar kesildi, çalalar çekildi, mısır koçanları ayıklandı, meyveler toplandı, cevizler döküldü ve cenkosu seçildi, tahıllar yıkandı, kurutuldu, değirmenlik edildi, çıkan ruhsetiye ile odun çıra çekildi. Geriye korunaklı alanlarda bulunan bostanlardaki lahanalar kaldı. Çünkü onların üzerine kar yağmadan hasadını yapmak pek makbul olmazdı.

Diğer taraftan 1972 yılının sonbaharında okula gidiş için gereken hazırlıklar başladı. İşin en önemli aşamalarından ikisi, duracağımız ev için eşya ve yakacak odun temin etmekti. Şehirlerarası yola normal orman envali götürmek çok zor olacağından babam kışlada (Ciliyet) köylülerimizden yaşlı meyve (panta) ağaçları satın aldı. Gittik onları kesip hazırlayıp öküz arabalarıyla önce köye indirdik. Kurumaları için soba kararınca yarılıp hazırlandı. Bunun yanında diğer ev eşyaları yatak, yorgan, kap, kacak ile yanımızda götürülebilecek erzak hazırlandı.

Malum, o yıllarda nakliye araçları da oldukça sınırlıydı ilçemizde. Benim hatırladığım kadarıyla, bizim köyünde bulunduğu bölge köylerinde; Kayadibi Köyünde Nuri Osman, Şalcı Köyü’nde Ali Kuş, Atalar da Kirman ve Ilıca’da da Temo adıyla bilinen birkaç kamyoncu çalışırdı. Yöremizin bütün insan, eşya ve hatta hayvan naklini bu kamyonlar yapardı. Babam da okula götüreceğimiz eşya ve bizim naklimiz için Ali Kuş ile anlaştı.

Ali Kuş’un sarı, eski model bir BMC kamyonu vardı. Kasası da genellikle eski olurdu. Malum o yıllarda yollar oldukça kötü, arabalar adeta taştan taşa sekerek yol alırlardı. Çünkü yol asfalt değil ve aynı yolu kullanan kağnıların tekerlekleri bir taraftan bu yolları aşındırıyordu, diğer taraftan da yağan yağmurlar yolları bozuyordu.

Neyse, biz eşyalarımızı yükledik kamyonun üstüne, ön tarafa yatak ve yorganlarımızı koyduk. Bizim oturabileceğimiz alanlar oluşturuldu ve üzerine branda çekildi. Ve çok farklı duygularla geride bıraktıklarımızla vedalaşarak yola çıktık. Köyümüzde mısırlar kesilmiş, bostanlar sökülmüş, hayvanlar köy içi arazilerde başı boş dolaşır durumda ve köyün çocukları sabahları erken kalkarak meyve ağaçlarından düşen mevsim meyvelerini toplamaya ve özellikle ceviz diplerini, akmış yaprakların altında ceviz bulma heyecan ve çabasını gösterdikleri zamanlardı.

Gün akşam vakti idi. Rahmetli annem ve babam şoför mahalline bindiler. Ben, Ağabeyim, Temurhan ve Yenilmez hep birlikte kamyonun üstüne bindik. Derken çıktık yola. Aslında bugünün şartlarında yol çok uzun değil, yaklaşık 100 km. Ama yollar kötü, arabamızda bir o kadar eski ve bakımsız. Yani çok yavaş gidiyoruz. Biliyorsunuz Sahara karayolu (Çam) geçidi 2650 metre rakımlı. Yani bu haliyle Anadolu’daki bir çok dağın zirvesinden yüksek. Zorlanıyor kamyonumuz, adeta yırtınıyor yokuşları çıkabilmek için.

Nihayet yolun zoru bitti ve Sahara’nın tepesine çıktık. Hava karardı ve gün artık geceye döndü. Biz arabanın üstünde üşümemek için brandayı siper ediyoruz kendimize. Dağı aşıp Ardahan’ın köylerine doğru inişe geçtiğimizde bir yaylanın yanından geçerken bir yaşlı dede durdurdu arabamızı. Düşünün o zamanki güven ortamını, kamyonumuz ıssız dağ başında, gecenin karanlığında el kaldıran birisi için durabiliyor.

Biz ise arabanın üstünde brandayı aralayarak merakla takip ediyoruz neden durduğumuzu ve konuşulanlara kulak kesiliyoruz. Arabanın sahibi de olan şoför Ali Kuş sordu adama, nedir, ne istiyorsun diye. Yaşlı adam, “beni de alır mısın oğul ben Pankis’e kadar gideceğim” dedi. Derken yaşlı amcayı da aldık arabanın üstüne ve ona da bir yer açtık brandanın altında. Tekrar yola koyuldu tek kişilik arabadan oluşan kafilemiz.

Sanırım yatsı vaktini biraz geçmişti zaman biz Ardahan’a vardığımızda. Bir şeyler yememiz ve ihtiyaç gidermemiz için mola verdi kaptanımız. Gerçi rahmetli annem bir şeyler hazırlamıştı yol azığı olarak, ama babam bizi yine de bir lokantaya götürdü. Yedik, içtik karnımızı doyurduk. Tekrar koyulduk yola. Yolda zaman zaman bizim Yenilmez, Pankis’li dedeye takılıyor. Maksat yolculuğumuz neşeli geçsin diye. Dede de kendince bir şeyler anlatıyor.

Hava zifiri karanlık, göz gözü görmüyor, araba farlarından ve nadiren karşı yönden gelen arabaların ışıklarından başka ışık yok. O yıllarda henüz köylerde elektrik te yok, haliyle hangi köy nerede görülmüyor. Buna rağmen bizim Pankis’li dede iki de bir arabanın kasasından Ali Kuş’un (şoför) tarafına doğru sarkıp “oğul beni Pankis’te bırak, geçme sakın ha” diyor demesine ama, Ali Kuş ne bilsin gecenin bir vakti Pankis nerede. He, he deyip geçiştiriyor ihtiyarı. Zaman biraz daha geçince bizim uykumuz geldi. Kendimizi bıraktık kamyonun kasasındaki uykunun sıcak, havanın soğuk kollarına. Ninni gibi geldi bize BMC kamyonun ara sıra “bızt, bızt…” diye çıkardığı sesler ve gaza basarken ekzost bağırtıları.

Bir zaman sonra bir bağırıştır koptu. İrkilip uyandık ne oluyor diye. Meyer Pankis’li dede geçtiğimiz güzergahta bir yeri tanımış, köyünü geçtiğimizi anlamış, bizim Ali Kuş’a bağırıyor, “dur, oğul, dur beni bırak” diye. Ali Kuş ise O’na, “amca gecenin bu kör karanlığında, ıssız dağın başında ben seni nasıl bırakayım, seni kurtlar parçalar burada, bizimle Cilavuz’a gel, sabah dönersin” diye indirmek istemese de dede yine bağırıyor. Öğle ya zar zor bir araba bulmuş, sabaha kalsa yine araba bulmak için çaba gösterecek.

Neticede Ali Kuş, indirdi Pankis’li dedeyi. O karanlıklara karıştı, sessiz ve garipçe. Biz ise yola devam ettik. Ben bir an düşünceye daldım. Pankis’li dedenin dünyasını merak ettim. Kışa dönmek üzere olan bu sonbahar günü, Ardahan’ın bir dağında gece vakti neden yalnız kaldığını ve yine gecenin daha zifiri bir karanlığında elinde de herhangi bir fener yokken deli düzde neden inerek karanlık içerisinde kaybolmak zorunda olduğunu.

Sonra uykuya daldım tekrar. Zaman da artık iyice gece yarısını buldu. Biz üst kamaradakiler (!) Ali Kuş’un arabayı durdurduktan sonra geldik sesi ile uyandık. Gözlerimizi ovaladık. Önce nerede olduğumuzu anlamaya çalıştım. Arabadan inince baktım ki bir kerpiç evin yanında durmuşuz. Önce herhalde küçük bir köyde durduk, bir sorun var diye düşünmüştüm ki, okumak için gittiğimiz Cilavuz’da kalacağımız evin sahibi Sebahattin kapı tıkırtısı ve bizim gürültümüzden uyanıp bizleri karşıladı. Kendi evinin misafir odasını bize açtı. Çünkü gece yarısıydı, herkes yorgundu ve eşyalarımızın sabah olunca kamyondan indirilmesine karar verdi büyüklerimiz. Ben hala merak içerisindeyim, şehir ve okul acaba nasıl diye. Sonra içimden sabah olunca görürüz diye düşündüm.

Neyse bize gösterilen yerlerde geceyi geçirdik. Ev sahibimiz bize sabah kahvaltısı ikram etti. Eşyalar kamyondan indirildi ve Ali Kuş’u yolcu ettik. Bizler annem, babam ve öğrenci tayfası evi yerleştirme işine giriştik. Ev dediğin; taş, kerpiç karışımı, bir avludan girilen ve biri birine bağlı iki göz, yerleri toprak, çatısı düz dam toprak. Bu durum ben de ilk hayal kırıklığını meydana getirdi.

Evimize iyi kötü yerleştikten sonra, bizden önce gelip okula iki yıl önce başlamış, bu nedenle oraları bilen ağabeyimler bizi okula götürdüler. Okulu gördüğümde doğrusu etkilendim. Çünkü güzel taş duvarlı ve bana göre ilk defa gördüğüm görkemli yapılardı, yanlarında barakalar olsa da. Daha sonra şehir neresi diye sordum ve aldığım cevap işte şehrin içindeyiz oldu. Ben etrafta çoğu kerpiç damlı birkaç binadan fazla bir şey görmedim. Bir de ırmak boyunca uzanan adeta tek sıralı, önlerinde bolca kaz sürüleri, hayvan ve köpekleri bulunan köy evleri. Bunlar da Susuz İlçesini tamamlayan yapılardı. Bu da ben de ikinci hayal kırıklığını oluşturdu.

İşte benim ilk gurbet yıllarım ve öğrencilik hayatım böyle başladı, her ne kadar yanımda annem, ağabeyim ve köylülerimiz olsa da gurbet, yine gurbettir elbette. Zaten bu birlikteliğimiz ancak bir sene sürdü, sonra ben Malatya’ya yerleştirildim devlet tarafından, işte asıl gurbette o zaman başladı. En yakın vuslat; ya iki ay da bir gelebilecek bir mektuptu, ya da 4 aylık sömestri sonunda memlekete dönme ihtimali idi. Ondan sonra hiç eksik olmadı memleket ve sevdiklerimizin hasreti ve özlemi.

5 Haziran 2009, Ankara
Kibar Altunal

Bu İçerik 319 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi