Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Çocukluğumda Bir İlkbahar Günü

Kibar Altunal

ÇOCUKLUĞUMDA BİR İLKBAHAR GÜNÜ
(Deneme)

Malum, köyde doğduk büyüdük. Köyümüz Anadolu’nun en ücra köşesi, o günlerin Sovyet Ülkesine nerdeyse sınır. Yani bu haliyle, 1960’lı yıllarda şimdiki ulaşım ve iletişim ağından oldukça uzak, nerdeyse kendi içine kapanık. Sadece bağrından çıkarıp gurbete gönderdiği veya vatan borcunu ödemek için başka beldeler görebilenlerdir dışa açılan penceresi.

Dedik ya, 1960’lı yıllar, Köy kalabalık, nerdeyse 2000’e dayanmış nüfus. Arazi, mevcut nüfusu beslemekte zorlanıyor. Bunun için insanlar köşe bucak, dere tepe, dağ bayır, orman çayır ne bulsalar daldırıyorlar sabanı, bir avuçta olsa tohum serpmek için. Öğle yaban ve yüksek yerlere tohum saçılıyor ki kar yağıyor zaman zaman hasadın üzerine.

Sadece bu değil uğraşısı köylünün, bahar gelip kızılcıklar, yaban erikleri (sarollar) çiçeklenince, kar kalkınca arazi üzerinden, kış boyu içeride zar zor besleyebildiği hayvanlarını salmak zorunda meraya. Baharın ilk günleri serbesttir her yer hayvanlara. Ta ki bahar ekinleri göz kırpsın toprağın altından, yeni bir kışa hazırlık için ot yetiştirecek çayırlar yeşersin kıvamınca. İşte o zaman Köy idaresi, öncelikle mahalleler arasında kalan arazileri hayvan otlatışına karşı korumaya alır ve bir zaman sonra bu koruma kararı bütün köy arazisini kapsar. Bu koruma kararından sonra kimse başıboş bırakamaz davarını, danasını ve kuzusunu. Çünkü yaptırımı da vardır köy idaresinin. Böyle olmasa bile köy halkı titizlenir korumakta arazisini.

İşte tam bu noktada iş düşer köy çocuklarına. Okula gitmeyenler tam gün, okullu olanlar ise vakitlerinin kalan zamanlarında artık çobandırlar koyuna, ineğe, öküze. Gerçi köy okullarının eğitim programı pek ters düşmez köyün günlük akışına. Zira o yıllarda geç açılıp erken kapanır köy okulları. Zaten okullar kapandıktan sonra kışlası olan götürür hayvanlarını orman içerisindeki kışlasına. Artık yayla vaktine kadar orada devam eder ailenin bir kısmı hayatlarına. Ama kışlaya gitmeden önce başlar köyde çobanlık.

Çobanlık değince öğle pek kolay değildir. Zahmetlidir köydeki her iş gibi. Çünkü Köyümün zordur kıştan bahara, bahardan yaza geçişi. Soğuktur havası, ayazı. Bolcadır yağmurları. O zamanlar kimsenin yoktur şimdi ki gibi renk renk yağmurlukları. Evde ne bulunursa giyilir eski püskü. Sırf yağmurdan ve soğuktan korunmak için.

Evet, artık mevsim yaza doğru gitmektedir ve uzamaktadır günler, öğle çabuk geçmez çocuk çobanların günleri. Onlar evlerinin geçimine katkı yapmaktadırlar ama bir taraftan da çocukturlar hala. Büyümeleri içi koşup zıplamaları, oyunlar oynamaları gerektir. Yok o zaman müzik çalar, kaset çalar, radyolar, radyolu müzik çalarlı cep telefonları, elektronik oyun araçları. Gidemezlerdi zaten olsa da şimdiki kâffeler, internet kâffeler. Onların her şeyi doğaldır kendileri gibi. Eğer varsa ceplerinde sadece ateş yakmak için birkaç çöp kibrit ve de çobanlar için zaruri olan bıçak.

Varsın olsun hiç ahlayıp vahlanmaz o çoban çocuklar. Hele ikisi üçü bir araya gelebildi mi, hayvanlarını karıştırıp birlikte otlatma şansını buldu mu, artık kimse bozamaz onların keyfini. Bolca şakalaşırlar birbirleriyle, atlarını, köpeklerini, boğalarını överler gururlanarak. Oyunlar oynarlar çeşit çeşit. Birdirbir, mila, koco oynarlar, cirit atarlar, ip atlar kızları, sek sek oynarlar. Düdük (sipsi) yaparlar henüz gövdesine yeni su yürümüş yaban güllerinin pürüzsüz, ince narin çubuklarından. Çeşitli nağmeler uydururlar tiz sesli sipsi ile. Zaman zaman nida eder, ıslık çalarlar orman karanlığına. Ve sesleri kendilerine geri gelir, adeta onları eğlendirmek için.

Çocuk bu daldı mı oyuna, unutur bazen otlattığı koyunu. Hiç affeder mi o zaman kurt. Hemen telef eder çobana emanet koyunu. Yağan yağmurlar sırtından geçer çobanın. Her zaman saklanılamaz bir ağaç gölgesine, çünkü bilirler ki yüksek ağaçlara düşebilir yıldırım. Olsun onlar pek umursamazlar ıslanmayı. Azıcık yağmur soluk aldırırsa yakılır hemen çalı çırpıdan bir çoban ateşi. Dumanı bol, isi fazla kendisine has kesif kokusuyla geçer yanan ateşin karşısına, hem kuruyan urbasından çıkar dumanlar, hem de yanan ateşten.

E, malum mevsim bahar, yoktur iklimin istikrarı, kim bilir günde kaç kez yağar yağmur, kaç kezdir güneşin bulutlar arasından göz kırpışı. Büyüklerimiz, “oğul sabah yağmur yağarsa işine git, öğleden sonra yağmaya başlarsa evine dön” derlerdi özellikle tarla, çayır işleri görenlere. Ama çoban için geçerli değildir bu söz. O günü tamamlayana kadar sürüsünün peşinde olur yağsa da esse de.

Oyundan ve yağmurdan soluklanan çocuklar acıktıklarını hissederler. Artık yemek vaktidir. Gerçi onların vakit bildiren saatleri yoktur. O yıllarda ancak evin reisinde bulunabilirse olur bir köstekli saat. Çocuk çobanların vakit ölçeri, en kadim vakit ölçer olan güneştir. Ara sıra bulutlar arasından göz kırpan güneşten anlarlar vaktin ne olduğunu.

Evet, ne yer çoban çocuklar, hamburgerli, börekli, köfteli değildir azıkları. Mendilinden arpa veya buğday ekmeği çıkar ya da iyice sertleşmiş mısır ekmeği, yani namı diğer cadi. Mevsim bahar dedik ya katıkların en kıt zamanı. Belki varsa mendiline sarılı yağsız, imansız şor peyniri ile varsa yanında bir baş kuru soğan. Olsun onları çok mutlu eder bu katıklar, zira yoktur başka beklentileri. Yediklerinin üzerine içtiler mi bir de, pırıl pırıl çağlayan soğuk kar sularından ağızlarını dayayarak. Artık midesi de toktur onların tıpkı gözleri ve gönülleri gibi.

Güneş batıya doğru yol aldıkça çoban çocukların içi bir farklı ısınır, günlük görevini bitirip, işini yapmanın mutluluğuyla sürüsünü götürecektir evine. Sıcak bir çorba bekler onu. Annesi karşılayıp oğlum gelmiş diyecek ve hal hatırını soracaktır. Bu kadar sadedir beklentileri. Gün içerisinde vakit ilerleyince, sürü bile yönünü çevirir eve doğru. Öğle ya çocuk çobanların varsa evde anneleri, babaları, sürüdeki hayvanların da vardır evde yeni doğmuş süt bekleyen yavruları. Derken akşamın iyice karanlığı çökmeden sürüler kaldırılır meradan ve düşülür köyün yoluna. Kurun isterseniz hayalini, sürüdeki çıngıraklar ötüyor farklı tonlarda, zaman zaman çoban köpekleri havlıyor, ormanlara çökmekte yavaş yavaş sükûnet, kuşlar da artık günün son çığlıklarını atıyor ve yavrularına sesleniyorlar adeta, günün tatlı yorgunluğu ile şakalaşarak sürüyorlar hayvanlarını çobanlar. Tabii ki önemlidir meradan ayrılmadan sayıp kontrol etmek hayvanları, çünkü olmamalı eksiği gediği. Çocuk çobanlar daha o yıllarda kavramışlardır malın cana yonga olduğunu. Derken gün boyu koşuşturma biter ve çoban sokar ahıra hayvanlarını. Meleşirler koyun kuzu karşılıklı ve sığır ile körpe danalar da mööö sesleriyle katılırlar koroya.

Artık çoban çocuk hak etmiştir sıcak bir ana çorbasını. Varsa üzerinde kurumamış urbaları değiştirip, karanlık iyice bastırmadan mahallede akranlarını bulur. Yine köy oyunları oynanır, karşılıklı anlatılır gün boyu yaşananlar ve ertesi gün olabilecekler konuşulur aralarında.

Akşam ezanı duyuldu mu evinde olma konusunda tembihlidir köylü çocuğu. Artık günlük dışarı işleri bitmiştir ve aile bir araya toplanır. Aile derken sanılmasın şimdinin çekirdek dedikleri. Varsa evde önce dede, nine gelir, sonra ana, baba, amca, yenge, hala, kardeşler ve amca çocukları. Bir saygı düzeni içerisinde paylaşırlar gün içerisinde olanları, adeta analiz ederler günlük yaşantılarını. Ama çoban çocuk fazla dayanamaz bu sohbetlere ve gözleri kapanmaya başlar yorgunluk ve uykusuzluktan. Kaldırır annesi onu yerinden sanki hala bebekmiş gibi. Gerçi her zaman bebektir çocuklar anneler için. Yönlendirir götürür yatağına annesi ve çoban çocuk yastığa bir kala dalar uykusuna. Bu kez uyku âleminde başlamıştır günlük uğraşları, adeta zihninde hiç kesinti olmadan yaşar günlerini, benim köyümde, çocukluğumun çocukları.

Kibar ALTUNAL
2 Mart 2009

Bu İçerik 303 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi