Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Öğretmen Okulunda Bir Yarıyıl (1973)

Kibar Altunal

Öğretmen Okulunda Bir Yarıyıl;
Hayattan Bir Kesit…

Malatya Akçadağ İlk Öğretmen Okulu, yıl 1973. Okumak için bu okula gittiğimde resmi kayıtlara göre on, ana yaşıma göre de on üç, on dört yaşındaydım. Bu okula, gündüzlü olarak 1972 yılında okumaya başladığım Kars, Susuz Kazım Karabekir İlk Öğretmen Okulu’nda bir yıl orta birinci sınıf eğitiminden sonra sayıları yüzü geçen öğrenci içerisinden yatılı okuma hakkını kazanan 8 kişiden birisi olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın yerleştirmesi sonucu köylüm, ilkokul arkadaşım Temurhan’la birlikte gelmiştim.

Daha onlu yaşların başında, köyümüzden, ilçemizden, ilimizden yüzlerce km. uzakta bir okula yatılı olarak okumaya gitmiştim. Akçadağ İlk Öğretmen Okulu, Malatya İline 36, Akçadağ İlçesi’ne 14 km. uzaklıkta, Malatya Adıyaman karayolundan 2 km içeride, arazisi bu yola dayanan, bir taraftan da demiryolu ve Sultan Suyu ile sınırdaş, üç bin dönüm arazi üzerine kurulu, 1000 civarında yatılı, 150-200 civarında da gündüzlü öğrencisi olan eski köy enstitülerinden birisi idi.

Okulda, çoğunlukla bölge illerinden gelen, bizim gibi geçim sıkıntısı çeken köylü çocukları vardı. Malatya, Elazığ, Tunceli, Adıyaman, Gaziantep ve Kahramanmaraş illerinden gelenler ağırlıktaydı. Yatılıya geçtiği için Sivas, Sinop gibi illerden gelen bir iki öğrenci ile deprem yaşadığı için Diyarbakır İli Lice İlçesi’nden bu okula yerleştirilen öğrenciler de vardı, Temurhan’la benim dışımda.

Okulumuz, Anadolu’nun bağrında, adeta bozkırın ortasında kurulmuş olmakla birlikte, ilk kuruluş amacına uygun olarak bulunduğu yeri yeşertmiş, kimi arazileri tarımsal amaçlı arpa, buğday, pancar, patates ve fasulye üretimi amaçlı kullanılırken, bir kısım araziler de meyve bahçeleri ve üzüm bağları yetiştirilerek değerlendirilmişti.

Okula, babamla birlikte 1973 yılının şubat ayında, kış ortasında gelmiştik. Yatılı okumayı 1972 yılı öğretim yılı sonunda hak etmiş olmakla birlikte yatılı okuyacağımız okulun belirlenmesi ve yerleştirilmemiz gibi bürokratik işler ancak tamamlanmış ve 1973 yılının birinci yarıyılına yine Kazım Karabekir İlk Öğretmen Okulu’nda başladığımızdan ancak ikinci yarıyıl için bu okula gelebilmiştik. Köyden ilçeye, oradan da eski model fort minibüs ile 7-8 saat Çoruh Vadisinden yol alarak Erzurum’a ulaşmış ve Yeşil Artvin Oteli’nde bir gece kalmıştık. Erzurum’a yaklaştıkça bizi karşılayan soğuğu iliklerimize kadar yaşadık, ısıtması ve ısı yalıtımı iyi olmayan eski model arabamızda. Yakıt depoları donmasın diye sabaha kadar çalıştırılan otobüs ve kamyon gibi büyük taşıtları gördük. Benim memleketimde de soğuk olurdu, hatta bazen yağan kardan okula gidemez, evimizin giriş katından dışarı çıkmak için bile büyüklerimiz kürekle yol açarlardı. Ama Erzurum’da gördüğümüz ve yaşadığımız soğuk bir başka idi.

Ertesi günü Malatya üzerinden Adıyaman, Kahramanmaraş istikametine giden 302 mercedes marka otobüsle, Pülümür Dağı’nı aşarak Tunceli ve Elazığ üzerinden geceli gündüzlü Malatya’ya varmıştık. Yolcuğumuzun gündüz bölümlerinde ilk defa göreceğim yeni yerleşim yerlerini görme heyecanı ile hiç uyumamış, hatta gece bile uykuya yenik düşene kadar uyumayarak bir sürücü gibi yolu takip etmiştim.

Biz okulun isminden hareketle ve köylümüz olan Mevlüt Yeter amca Akçadağ Yatılı Bölge Okulu’nun müdürü olduğu için Akçadağ’a gittik. Gittiğimizde okulumuzun oradan 14 km mesafede başka bir yerde olduğunu öğrendik. Okul kaydını yaptırmaya Mevlüt amca götürdü bizi.

Bu gidişimiz gurbete ilk gidişimiz değildi. 1972 yılında Kars, Susuz’da bulunan Kazım Karabekir İlk Öğretmen Okulu’nun gündüzlü bölümünde okumak için ilk okulumuzu bitirir bitirmez gurbete başlamıştık. Ama, orası sanki memleketimize daha yakındı. Zaten mesafe de 100 km civarında idi. Ayrıca O okulda, ağabeyim dahil köylülerimiz ve tabii ki ilçemizden bir çok öğrenci vardı. Bu nedenle orada gurbeti yoğun olarak yaşamadık. Zaten rahmetli annem de biz gündüzlü öğrenci olarak okurken tuttuğumuz bir hol, tek göz evde bizimle birlikte idi. Yemeğimizi yapar, çamaşırlarımızı yıkardı biz iki kardeş ve diğer iki köylümüzle beraber dört kişinin. Zaman zaman da o fakirhanemize bizimle aynı okulda okuyan diğer köylülerimiz ile Kars’taki değişik okullarda okuyan akraba ve köylülerimiz gelirdi.

Bu seferki gurbet bir başkaydı. Memleketimizden yüzlerce km. uzakta, başka yakınımızın olmadığı, okul arkadaşlarımız, idare ve öğretmenlerimizden oluşan yeni çevremizde gurbet iyice bir çökmüştü çocuk benliğimize. Öğle bir çökmüştü ki, ailemizle irtibatımız sadece yazdığımız mektuplarımıza iki ayda bir gelebilen cevabi mektuplar ve ailemize kavuşmak için karne tatili dediğimiz dört ayın geçmesini beklemekten başka tesellimiz de yoktu.

Okulumuz, konumu itibariyle bütün yerleşim birimlerinden tecritli idi. Üç bin dönümden oluşan arazi içerisinde öğretmen ve görevlilerin oturduğu konutlardan başka yerleşim yoktu. Ders zamanı kendimizi derse verip daha kolay vakit geçirebilirken, boş vakitlerimizde zaman geçmezdi bir türlü. Akşamları iki, sabahları da bir olmak üzere üç saat etüt olurdu. Özellikle akşam etütlerinde gariplik çöker, gurbetin bütün acısı sanki içimize akardı mütemadiyen. Kampusta bulunan lojmanların gece uzaktan gözüken ve pencerelerden bizlere kadar ulaşan ışıkları, adeta aile sıcaklığını daha fazla özlettiriyordu çocukluk çağındaki duygularımıza.

Okuldaki zamanımız mesai günleri daha çabuk geçiyordu doğal olarak. Bunun bir de hafta sonları vardı. Hafta sonu, cuma günü ders bitiminden pazar akşamı etüt saatine kadar işimiz olmazdı. Cuma günü ders paydos içtimasından sonra, memleketi Akçadağ, Doğanşehir ya da Malatya merkezi olanlar, idareden izin alır, okulda hazır bekleyen dolmuş taksilerle sıcak aile yuvalarına giderlerdi bizler gibi gidemeyenlerin mahzun bakışlarını geride bırakarak. Parası olan bir kısım öğrenciler ise, memleketlerine gitmeseler de cumartesi ya da pazar günü, günübirlik olarak Malatya şehir merkezine gider gezer, dolaşır akşam da gelirlerdi. Tabii ki biz böyle de gezemezdik.

Hafta sonları bazen okulun sinema salonunda film gösterilirdi. Az bir ücretle film izleyerek vakit geçirirdik. Film gösterimi ya cuma ya da cumartesi akşamları olurdu. Haliyle gündüzümüz tamamen boştu. Yemek vakitleri dışında bir meşguliyet bulmak gerekirdi. Etüt saatleri, ders çalışmak için yeterli olduğundan hafta sonu pek ders çalışmaya ihtiyaç duymazdık. Ne yapabilirdik. Okulun spor imkanları çoktu. Futbol, voleybol, basketbol, masa tenisi oynama ve bisiklete binme gibi uğraşı alanları vardı. Ama masa tenisi ve bisikleti para karşılığı kiralamanız gerekiyordu, yani paranız varsa bunlardan yararlanabilirdiniz.

Çoğunlukla ben ve köylüm, bazen de bizim gibi uzak illerden gelen üç dört arkadaş, okulun bulunduğu mahalden 2 km. kadar yürüyerek Malatya Adıyaman karayolunun kenarına çıkar, orada acaba memleket plakalı araç, hatta bırakın memleket plakalısını, Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon ve Rize plakalı araç geçer mi diye bakar, geçtiğine rastlar isek de gözden kaybolana kadar arkasından bir tanıdık uğurlamış gibi bakar, umutlarımızı da yükleyerek hasret giderirdik adeta. Sanki biz de bu arabada Karadeniz’e, memleketimize doğru yol alıyormuşuz gibi hasret dolu duygularımız bir an için hareketleniyor, sonra kendimize gelip gurbet gerçeği ile yüz yüze kalıyorduk.

Bazı hafta sonları da daha doğrusu üç dört haftada bir Doğanşehir İlçesi’ne hemen okulumuzun yakınından geçen terenle giderdik. Doğanşehir’de, altmışlı yıllarda gelmiş iki aile vardı hemşerimiz. Birisi bizim köylümüz diğerinin de eşi bizim köylümüzdü. Bu gidişlerimiz bize ilaç gibi gelir, içimizde biriken gurbet, hasret ve garipliğimizi azaltırdı. Bize adeta aile şefkati gösteren o köylü ve hemşerilerimizin ölenlerini rahmet, hayatta olanlarını da hürmet ve sevgi ile anıyorum. Bahse konu aileler kerpiç yapılı, bahçe düzenli evlerinde, daha ziyade kamu görevinden sağladıkları gelirlerle geçinen insanlardı.

İnsanoğlu her şeye alıştığı gibi gurbete de alışıyor tabii. Kendisine çevre ediniyor, yeni arkadaşlıklar kuruluyor. Zaten aksi durumda yaşaması zor, sosyal varlık olan insanın. Yatakhanelerimiz, 70-80 kişilik baraka tipi yapılardandı. Sabah kalktığımızda nerdeyse oksijensiz kalmış oluyorduk. Biz yatılı öğrenci olarak okula nakil gittiğimizden diğer yatılı öğrencilerin öğretim yılı başında aldıkları elbiseleri, kabanları, ayakkabıları ve çamaşırları bize de kayıt yaptırdıktan sonra hemen verdiler. Zaten yatılı öğrenci olduğumuz için üç öğün düzenli yemeğimiz aksatılmadan veriliyordu. Sınıflarımız sıcaktı, hamama gidip rahatça temizliğimizi yapabiliyorduk. Bunlar bizim için oldukça mutlu edici geçim destekleriydi. Bu nedenle yeri gelmiş iken, okumamız için her türlü imkânsızlıklara rağmen fedakârca çaba gösteren ailemiz ve bizi yatılı olarak okutan asil milletimizin önünde saygı ile eğiliyor sadece bu nedenle bile sırtımızdaki yükün daha fazla ağırlaştığını vurgulamak istiyorum.

Bizim okuduğumuz dönemde öğretmen okullarının ayrı bir yeri, ayrı bir kimliği vardı eğitim sistemimiz içerisinde. Öncelikle eğitim seviyesi çok iyiydi. Sportif etkinliklerde kendilerinden söz ettirebiliyorlardı. Demokrasinin minyatür bir modeli olarak okulda öğrenci başkanı ve yönetim seçimleri olurdu. Bunun için gruplar oluşturulur, propaganda çalışmaları yapılırdı. Duvar gazeteleri çıkarılırdı. Öğrencilerin olgunlaşmasında çok önemli katkıları olan ağız tadındaki bu faaliyetler, ülkede ideolojik kamplaşmaların derinleştiği, sokak kavgalarının yaşanmaya başladığı ve orta öğretim kurumları dahil bir çok kuruma sirayet ettiği 1975-1976 yılına kadar sürdü. Öğle ki benim, bu okula geldiğim 1973 yılında, yeni yeni ideolojik çalışmalar, ayrışmalar vardı, ama bunlar sadece fikir düzeyinde idi. Hatta sınıfa ilk girdiğimizde bir öğrenci arkadaş (ki daha sonra Elazığ’lı olduğunu öğrendim.) daha tanışma aşamasında adeta bir yoklama çekerek, “siz tavşan yer misiniz?” dediğinde, ben de doğal olarak “yeriz tabi” deyince gel o zaman sen de bizdensin dedi. Tabii ben o an anlamadım ne demek istediğini. Sonra öğrendim ki okulda bölge illerinin sosyolojik yapısından dolayı önemli sayılabilecek miktarda alevi çocukları varmış ve bu grupta olanlar güya tavşan eti yemezlermiş. Yani tavşan adeta bir turnusol. Ben ilk defa alevi diye bir sosyal grup olduğunu duymuştum. Yani o zaman 1973 yılında bizim okulumuzdaki ideolojik ayırım daha ziyade mezhepsel temele dayanıyordu. Tabii zaman ilerledikçe ve iktidarlar sık sık değiştikçe okul yönetimi de değişime uğruyor ve okuldaki farklı ideolojik gruplaşmalar iyice belirginleşerek, kavga ortamı oluşacak raddeye varıyordu. Zaman zaman toplu öğrenci olayları oluyor, siyasi uzantısı muhalefette olan öğrenci grubu bir şekilde sürgünlere yollanarak ya da fiilen okula devam edemeyerek okuldan uzaklaşıyor, iktidar değişince de bu kez aynı olayların adeta tersi yaşanıyordu. 1976, 1977 ve 1978 yılları, bizler okulumuzu bitirene kadar böyle geçti maalesef.

Çocuk yaşta gittiğimiz gurbet ellerde her şeye rağmen yarı yıl ya da yıl sonu tatilinin geleceği zamanı iple çekerdik. Elbette ki o zaman da bayram tatilleri olurdu 4-5 günlük. Nerdeyse civar illerden okulda okuyan bütün öğrenciler bayram tatili için ailelerinin yanına giderken, bizim gibi uzak illerden gelenlerle birlikte az sayıda öğrenci okulda kalırdık. Nasıl gidecektik ki. Gitmek için iki, dönmek için de iki gün zaman ve yol harçlığı gereken memleketimize. Bu nedenle bizim için tatil demek memleketimizden ayrıldıktan dört ay sonra yarı yıl ya da yıl sonu gitmek demekti.

Tatil zamanı yaklaştığında ayrı bir heyecan sarardı bizi. Bir taraftan bütün derslerimizi verip en iyi notlarla sınıf geçerek ikmale kalmamaya çalışırken, bir taraftan da memleketimizin ve sevdiklerimizin kokusunu sanki daha fazla almaya başlardık vakit yaklaştıkça.

Bir keresinde, köyümüze trenle gitmeye karar verdik Temurhan’la biraz ucuza gelsin diye, yolda geçecek zamanı da düşünemeden. Okuldan Malatya’ya gittik, oradan Ankara, İstanbul istikametine giden trenden bilet aldık. Sivas’ın Kangal İlçesi’ne bağlı Çetinkaya denen köy mesabesindeki bir beldede, batıdan, İstanbul, Ankara istikametinden gelip Kars’a giden Doğu Ekspresine aktarma olup önce Kars’a sonra da memleketimize gidecektik. Yolculuk başladı Malatya’dan ve bindiğimiz altı kişilik kompartımanda diz dize oturduk diğer tanımadığımız yolcularla. Çetinkaya’ya yanılmıyorsam sabah dokuz gibi vardık ve indik. Hemen istasyondan Doğu Ekspresini sorduğumuzda, söz konusu trenin geçtiğini ve bizim trenin geç kaldığını, bir sonraki trenin ise ertesi gün aynı saatlerde yani 24 saat sonra olduğunu söyleyince biz iki çocuk öğlece kaldık. Peki ne yapacaktık bu köy gibi yerde bir gün. Otel var mıydı bilmiyorum ama olsa da bizim gidebilecek imkanımız yoktu zaten. Geriye istasyonun tahta oturaklarında bir gün geçirmek kalıyordu. Yemek için ise sadece simit türü bir şeyler alabilirdik. İyi de gece ne yapacaktık. Görevli akşam olunca çekti gitti evine, biz iki çocuk ve bizim gibi bekleyen az sayıda kişi ile kaldık istasyonun bekleme salonunda. Gece olunca uyku çöktü yorgun ve çocuk gözlerimize. Ama oturduğumuz tahta oturakta nasıl uyuyacaktık, uyuyabilsek bile nasıl ve kime güvenecektik. Sonra sırayla uyumaya karar verdik. Benim uyanık olduğum sırada bir adamın köylümün pantolon cebine el sokmaya çalıştığını fark edince gördüğümü belli ederek vaz geçmesini bekledim ve o kişi pantolonun kumaşı güzelmiş diye manevra yaparak Allah’tan vazgeçti. Aksi durumda kimi bulup kime şikayetlenecektik ki.

Neyse ertesi güne sağ salim çıkarak gelen trene binip yolculuğumuzu tamamladık ve anamızı, babamızı, kardeşlerimizi, vesselam taşını toprağını özlediğimiz memleketimize üçüncü gün akşam saatlerinde varabildik. Bizim için oldukça ağır ve zor geçen 1973 yılının yaz yarıyılı böylece tamamlamış ve orta üçe, yani o zamanki statüye göre üçüncü sınıfına geçmiştik yedi yıllık öğretmen okulunun.

Kibar ALTUNAL
25 Kasım 2010
Ankara

Bu İçerik 303 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi