Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Yaşanan Yağmurlu Bir Gün

Ali Yüksel

2000 yılında 38 yaşında olacağımın hesabını en az 20 yıl önce yapmıştım, o karanlık yıllarda! Şimdi ise bizi aydınlatan umut ışıkları çok cılız... Bugün keriz ıslatan yağmur yağıyor İstiklal Caddesine ve yağmurun ıslattığı ayaklarıma aldırmadan yürüdük birlikte Taksime kadar. Kardeşçe seviyordum onu. Hani insanlığın ilkel çağında çırılçıplak, yalınayak, soğuktan bile korumaya bile yarayacak tüyleri bulunmayan savunmasız insanın mağaralardan çıkıp ve tünediği ağaçlardan inmesi ile başlayan üretim sürecinde uygarlaşarak hem doğayı hem de yırtıcı hayvanları yok etmeyi becerdiği günümüze kadarının tam tersinde durup seviyordum. Bu acayip bir sevgiydi... Sonra başka kardeşçe sevdiklerimle de hiç anlaşamadığı halde seviyordum onu.

Yağmur yağıyordu ve sol elim onun sol omuzun da iken sucuk gibi ıslanarak yürüdük; ıslanmayı güzellik sayarak sonbaharın en soğuk günlerinden birinde. Beni en son gördüğünden bu yana çok yaşlı bulduğunu şaşkınlıkla söyledi de ben şaşırmadım. Çünkü yaşamın kısalığında koskoca 38 yılı geride bırakan orta yaş psikolojisine uyum sağlamıştım:Hatta şimdiden kendimi eli ayağı tutmayacak ihtiyarlığıma bile psikolojik olarak hazırlıyordum. Çünkü yaşam çok kısa idi ve zaman yaşayanları öğütüp yok eden bir değirmen ağzına doğru hızla akıyordu. Var olan bilincim , beni mutlu eden algıladığım tüm güzelliklerde bu yok oluştan kurtulamıyordu...Yağmur yağıyordu İstiklal Caddesinde...Hem de keriz ıslatanı çoktaan aşmıştı...Ayakkabılarımdan çeken su ayaklarımı ıslatıyor ve üşütüyordu...Sol elim sol omuzun da idi. Hafif kestaneye çalan dalgalı saçları omuzlarını ve sırtını örtüyordu. Zaman 22 yaşına rağmen şimdiden eskitmeye başlamıştı ve bu güzel yüzünden okunuyordu.

Bedenlerimizi bölen elbiselerimiz birbirine dokunuyordu. Sıcacıktı...sıcaklığını içimde duyuyordum ama bu sıcaklık yağmur ve soğuğa rağmen bizi ısıtsada, bedensel bir ısı değildi. Bu insan soyunun varlaşmasında en zor ve en mutlu görevi üstlenen kadının ısısıydı. <>söyleyebilecek denli sıcacıktı. Sıcaklığı samimiliğinden ileri geliyordu. Olmayacak düşler kuruyordu. Kabuğumu kırmaya çalışıyorum diyordu. Çocuk bakıcısı olarak bile olsa İngiltere’ye gitmeyi kafasına koymuştu. Üniversite sınavlarında başarısız olmuştu diye varabileceğim en yüksek yer burası diyebilecek kadarda gerçekçi idi aslında ama İngiltere fikrinin bir kaçış mı yoksa arayış mı olduğunu bilmiyordu büyük olasılıkla...

Bilmiyordu hala erkekle kadının bir elmanın iki yarısı olduklarını. Yağmur yağarken İstiklal Caddesine, yağmur altında yürürken kadın sıcaklığındaki yüreği elmanın öteki yarısını arıyordu. Aradığı aşk değildi. Belki de aşktı da; cinselliği ve geleceği güvencede hissetme isteği ağır basıyordu. Bunu anlayamıyor, anlamaya çalışıyor ve kendi içinde ki bu çelişkileri benimle paylaşıyor ve paylaştıkça mutlu hissediyordu kendini... Yağmur yağıyordu... Yağmur tanelerine doyan elbiselerimizden ve ıslak saçlarımızdan artık kayarak akıp giden yağmur suyu İstiklal Caddesinin parke taşlarında küçük seller oluşturarak rogarlara doluyor ve altyapı boyunca gidip denize ulaşıyordu. Zamanın yittiği engin denize...Yiten zaman değildi, yağmur tanesiydi denizde kaybolan... İstiklal Caddesi bir insan deniziydi. Düşen her yağmur damlasına bir insan düşüyordu. Bana burada arkadaşlık teklif eden ŞEHRİ KIZIN öldürüldüğünü gazetelerden öğrenmiştim çok sonraları... İstiklal Caddesinde on yıl önce birlikte yürüdüğüm ZEYNOYU Bu engin denizde kaybettim ve bir daha bulamadım... Yağmur yağıyordu ve yağmura inat insan seli yağmur gibi gidiyordu bir yerlere... Biz omuz omuza ve kestaneye hafif çalan dalgalı saçları sol omzunu sıkı sıkıya tuttuğum sol elimi yalıyarak ve yağmur suyuyla ıslanarak İstiklal Caddesinin engin insan denizinde yürüyorduk. Belki bir daha görür müyüz birbirimizi diye düşünmeden. Taksime çıktığımızda daha fazla ıslanmasına gönlüm razı değildi de artık daha fazla ıslanmayı oda göze alamamıştı.

<> dediğinde gözlerindeki parıltı<> demiyordu ama ben bu engin insan denizinde kaybettiğim ve bir daha bulamadığım NUR GÜZELİ, ŞEHRİ KIZI, ESMER KÜRT KIZINI VE ZEYNOYU bir daha bulamadığım gibi EBRU yu da bulamayacağım kaygısı ile bana uzattığı sol yanağını sevgili öper gibi öptüm. Ayrılıp hoşça kal derken ve tamda çekip giderken bir hamle geri dönüp sol elimi ona uzattım. Uzattığı sol elini bulupta kaybetmenin hüznüyle sıkıca tutup yavaşça kopan halatın ikiye ayrılışı gibi bıraktım... Son kez yüzüne baktım, Yüzündeki ifadeyi tanımlayamadım. Dalından düşmeye hazır ve düşeceği toprağı yeşertecek yaşamı içinde barındıran bir ceviz misali; Fidan olup büyüdüğünde onlarca,yüzlerce dalında,.. yüzlerce, binlerce meyve verme güdüsünü gözlerinden okudum... Onu mutlu eden, onu sıcak kılan ve hatta konuşturan bu güdünün farkında değilmişcesineydi ama farkında idi aslında. Bir felaket anında kendisinden önce yavrusunu koruyan annenin annelik güdüsünü fark edebilmek için toprağa düşmeli,kabuğunun içindeki yaşamı çıkarmalıydı kendisinin yerine ve bundan duyduğu hazzın en büyük haz olduğunu yaşayarak anlamalıydı.

Yağmur yağıyordu İstiklal Caddesinde... Bir sonbahar gününün üşüten yağmurlu soğuk havasında keşfettim kadınları ne kadar çok sevdiğimi... Hiç tanımadığım,günde bilmem kaç tane tanımadığı erkekle yatarak ruhsal dejenerasyona uğramış genelev içi ve dışı fahişeleri, seksi sürekli yaşam tarzı haline getirmiş orospuları, islamın kadını onca aşağılamasına rağmen islamın kadınlar açısından gereği ve sembolü olan baş örtüsü örtmek için eylem yapan genç bayanları,.. Artık çarpıklaşmış bacakları , şişkin biçimsiz göbekleri, tülbentle sardıkları başlarından arta kalan esmer yüzleri ile bohçacı çingene kadınları sevdiğimi şimdi daha iyi anladım. Annemin gençliğine benzettiğim beyaz tenli şişman ve dolgun yüzlü Haticeyi, geyik yapmayı bir öğrensen iyi olur diyen Vildaneyi, kötü bir evlilik deneyiminden sonra Sanat Tarihi okuyan Nurcanı, bunlarla hiç barışık olmayan ama tam bir kitap kurdu olan küçük Neziheyi çok sevdiğimi anladım: Aslında kadınların tümünü ne kadar çok sevdiğimi anladım... Yağmur yağıyordu Haydarpaşa ya gelirken Karaköy vapurunda ve benim ayaklarım üşüyordu.... Yağmur yağıyordu...zaman akıyordu... beni her an yutmaya hazır zamanda da yağmur yağıyordu...Oysa kirpiklerinde bir kış kırağısının ilk pırıltıları ve dinmek bilmez bu yağmurun hüzünlü durağında; ölümden çok yaşamın sınırsızlığında artık zamanı kendi haline bıraktım ... ve zaman ağır ağır haberliyordu; 22 yaşındaki bir genç kız olan EBRUYU da yutmaya hazırlandığına... Ebru’nun ise bundan haberi vardı,... Çünkü makyaj yapıyordu. Ama aldırmıyordu....

23 Ekim 2000

Bu İçerik 193 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi