Şavşat Duvar Gazetesi Kültür ve Sanat

Selam Nazlı Gelinim

Nurşen Kumaş

Senden on binlerce kilometre uzakta, sana benzemeyen bir şehrin gece yarısında, özlemimin en doruğa ulaştığı anda sesleniyorum. Merhabalar geçmişim, kültürüm, gerçek benim merhabalar. Kökleri toprakta olmayan ağaç misali boşlukta duruyor bütün bedenim, yüreğim. İnsan en çok bu zamanlarda kendini berbat, tedirgin, yersiz yurtsuz ve umutsuz hissediyor. Bedenim en güvenli mekânlarda en güvensiz korkuları yaşarken, kanımın son damlasına kadar seni ve sana ait olanı hissediyorum.

Seni düşündükçe tarih, mekân kavramlarım borsa gibi aniden dibe vuruyor. Zaman ömrümün en güzel, en mutlu, en sesli yıllarına kayıyor. Kahkaha sesleri kulaklarımı çınlatıyor, bütün ailem bir arada. İki odalı evimizde mutluyuz hep birlikte. Korkularım tedirginliklerim, özlemlerim yok. Özlemeyi bilmiyorum, hep birlikte ve çok mutluyuz. Ayrılığı tatmamış, anamın göz pınarları kurumamış, babamın daha yüreği yanmamış. Çil yavruları gibi dağılmadığımız günlerdeyiz. İstanbul’u mesken tutmamış komsularımız, seninleyiz, sendeyiz ve güvendeyiz.

Büyümek pek heveslenilecek bir şey değilmiş, büyümek demek senden kopmak demekmiş. Bunu anca büyüdüğümde anladım. Büyümekle mutluluk kavramımız tersine dönmeye başladı. Ayrılıklar, gözyaşı, yürek parçalayan özlemler başladı. Büyüyen teker teker bizleri ve seni terk ediyordu. Üç beş eşyayla, bir ömür sığdırıyorlardı cırcırları bozuk bavullara. Ben evin en küçüğü olduğum için bütün gidişlere tanık oldum. Eridi anam mum gibi, giden her evlatla çıra gibi yandı babamın yüreği. Gidişleri kabullenemeyen babam vedalaşmalarda hiç bir evladının gözüne ve yüzüne bakamadı, başını yan çevirerek tepkili vedalaştı. Belki de razı değilim gidişlerinize diyordu ama kimseye de engel olmuyordu. Giden herkes anamdan babamdan çok şeyler eksilterek gitti. Ben hep ordaydım, onlarlaydım ve bunlara bire bir tanık oldum. Sulu gözlülüğüm, dayanıksızlığımın temelini inşa etti bu anlar.

Bütün büyükler teker teker giderken hayallerim beni de anamdan, birikmişliğimden daha on üçümde aldı. İşte o an anladım ki gidenlerde kalanlar kadar yanarak gidiyorlarmış meğer. Çok zor, çok uzun, özlem dolu sensiz, anamsız günler yaşadım. Aile özlemime memleket özlemim eklendi, ilk kez bana ait bir mekândan ayrılmıştım ve yüreğim gerçekten yanıyordu. Özlemin kat kat çoğalırken bulunduğum mekânlarda, sana ait birilerini aradım durdum. Hemşerilerimle kolay iletişim kurup, kolay dost oldum. Çünkü aynı özlem etrafında kolayca birleşiyorduk.

Yıllar birbirini hızlı kovalarken rüzgâr en şiddetli haliyle esip, beni senden yetmiyormuş gibi bir de ülkemin topraklarından başka topraklara savurdu. Tamamen köksüz ve öksüz kalmıştım. Vatan kavramımla memleket kavramım çatışmaya başladı aniden. Benim için vatan demek doğduğum yer demekti, benim için vatan demek sevmeyi öğrendiğim yer demekti, benim için vatan demek anamın salladığı tahta beşiğin sesi demekti. Benim için vatan demek Artvin demekti, sen demektin. Bu çatışma aslında benim iç yolculuğumun başlangıcı oldu birden. Gün içinde defalarca kilometrelerce öteden senin topraklarına iniyordum. O topraklarda mutlu olup sıkıntılarımı unutuyordum. Senden ayrı mekânlarda geçirdiğim on sekiz yılım kayıp olmuş, o topraklar zerre kadar aklıma gelmiyordu. Sana açlığım sürekli çoğalıyordu. Uyanır uyanmaz bilgisayarın tuşuna basıp sana ait sitelere, radyolara girip kendimi güvende hissediyordum.

Bu kadar az yaşanmışlığı rağmen ben seni unutamazken, yetmiş beş yılını geçirmiş babamın, anamın duygularını tahmin edemiyorum. Anamın seni çok özlediğini, senin için eridiğini biliyorum ama babam hastalığından dolayı bunun pek farkında olamıyor. Senin kucağından ayrılığı hazmedemeyen babam bizlere, en çokta sana kırıldı ve küstü. Çünkü sen onun, en sevdiği oğlunu ansınız onun kucağından kendi bağrına aldın. Gözünden sakındığı, ilk göz ağrısıydı oğlu, daha ömrünün baharındaydı. Hepimize inat seni terk etmemiş. Senin topraklarında bir hayat kurmuş ve seni çok sevmişti. Sanırım bu sevgi karşılıklıydı ki onu sen de erken bağrına aldın. Bu acıya dayanamayan babamı kendi egolarımızın esiri yapıp, elliyle büyüttüğü ağacından, mezarından geçmişinden koparıp İstanbul’a hapis ettik. Şuan babam ayzaymer hastası, İstanbul’un göbeğinde Artvin’i yaşıyor. Her gün senin bir köyünden öbür köyüne gidip duruyor anılarında. Bazı günler sabah erkenden bizleri kaldırıp çayırları biçmeye gidelim diyor. Az kar yağsa mereğin kolu kırılacak, bacaları dökün diyor. Oy babam oy! Ömrünün son deminde sana ne büyük ceza verdik geçmişinden kopararak. Pire gibi hareketli adamı, kurulmuş bir robota çevirip balkonla oda arasına mahkûm ettik. Şimdi sende bizim kadar suçlu olduğunu anladın mı? Bu kadar erken almasaydın evladını, evimiz dağılıp, ocağımız sönmeyecekti. Özlemlerimiz üç beş yıllığına birikmeden her yaz olduğu gibi yine sana gelecektik.

Seni terk ettiğimiz için, sebeplerimiz her ne olursa olsun bizlere kırgın ve küskün olduğunu biliyorum. Şunu bil ki bizler de senden uzaklarda hiç ama hiç mutlu değiliz. Darman duman, bölük pörçük, paylaşımdan uzak huzursuz ve mutsuzuz. Bu ayrılığın bedeli olarak evimiz barkımız, paramız, altımızda arabamız, kariyerli işimiz olabilir. Dıştan bakıldığında durumumuz iyi olarak algılanabilir ama iç yangınımızı bizlerden başka hiç kimse anlayamaz. Yüreklerimiz bomboş, insan fukarası olduk, boşluktayız, eksiğiz ve tamamlanamıyoruz. Yasadığımız şehirler kendilerine benzetti bizleri. Birinci dereceden akrabalarımızın kederlerine kederlenmeyi, sevinçlerinde sevinmeyi unuttuk. Gün geçtikçe yürekteki boşluklarımız daha da çoğalıyor, eksiklerimiz artıyor. İnsanlığımızı besleyen kaynaklar tükeniyor. Bunlar hep senden ayrı olmamızdan kaynaklanıyor. İnsani insan yapan, onu yaşama bağlayan, onun öz kültürü, toprağı geçmişidir. Bizler insan olmayı unutmaya başladık.

İnsan senden uzaklarda neleri özlüyor bir bilsen, gecen komşunun bahçesinden cincar toplayıp çorba yaptım. Çocuk gibi hevesliydim, en güzel yemeği hazırlama telaşına girdim. Özenle hazırladığım çorbayı içemedim. Çünkü çocukluğum kokmadı, sen kokmadın, aynı tadı alamadım ve yiyemedim. Bulunduğum yere 40 km mesafede, senin topraklarında büyümüş ve sonra buraya gelmiş dostlarım var. Onlara arada gidip geliyorum, muhabbetimiz hep senin üzerine oluyor. Onların bahçesinde bir kayın ağacı vardı. Kayın toplayıp kayın sakızı yaptık. Kocaman insanlarız olduğumuz halde anılarımızın peşinden gitmeden yapamıyoruz. Bir çeynem karasakızım var şimdi. Ne zaman kendimi mutsuz hissetsem gidip onu çiğniyorum. Uzun surede çiğneyip çürütmek istemiyorum. Başköşemde özel bir yerde saklıyorum. Şimdi sana olan sevdamızı, açlığımızı anlayabiliyor musun?

Kendimi senin topraklarında doğup büyüdüğüm için gerçekten çok şanslı hissediyorum. Başka bir yerde doğup büyüseydim ayni duygulara sahip olmayacaktım, eksik olacaktım.

Ey kokusunu, rüzgârını özlediğim güzel topraklarımım, buraya bahar geliyor ve ben çok mutsuzum. Senin bahar kokunu, bin bir renge bürünen nazlı gelin halini özledim. Oy nazlı gelinim, bizleri hayallerimizin esiri olduğumuz için ne olur affet. Baharın gelişini, gülün kokusunu, toprağın buğusunu, rüzgârın yüz okşayan esişini anlayamadığımız mekânlarda yaşayarak zaten en büyük cezalara çarptırılmışız. Sen kapıları kapayıp sırt çevirme bizlere, insan olma kaynaklarımız tükendi nazlı gelin. Ne olur yenile bizleri, geçmişimize al ve bir daha bırakma. Yoruldum mücadeleden, yersiz yurtsuz yasamaktan, ağlamaktan, yalnızlıktan bıktım usandım artık. Geçmişimize geri al bizi, göz yasinin acının, olmadığı, ayrılığın yaşanmadığı zamanlara al ve bırakma ne olur. Tükendik, usandık, mekân üstüne mekân kurmaktan köksüz uzamaya çalışmaktan usandık. Köklerine ve sana muhtacız. Seni çok özledim , hasretle kucaklıyorum. Seni çok seviyorum…

BU YAZIM MANSİYON ALMIŞTIR.

NURŞEN KUMAŞ

Bu İçerik 6577 Kez Görüntülendi

Kültür ve Sanat Üye Listesi