Şavşat Duvar Gazetesi Yaşam
Benim Şavşatım 1965 ten 2006 ya
1965 teki ve 2006 daki : Benim Şavşatım
1965 yılında Şavşat’ta bulunuyordum. Bu sene de (2006) yaz festivalleri nedeniyle gitmeyi düşünmüştüm ama düşündüğümü gerçekleştiremedim. Gidemediğim için üzülüyorum. Bugünden geriye, yıllara öncesine bakarak düşünüyorum:
’Bendeki Şavşat ilgisi nasıl doğdu?’ diye… Arkadaşım Erdem Uzun çıkageliyor anılarımın içinden. Beni Şavşat’a bağlayan o… Aradan 41 yıl geçti, arkadaşım Erdem 41 yıl yaşlandı, ben de tabii ki. Ama Şavşat’ın o geçen kırk yıl içinde nasıl değiştiğini bilmiyorum ne yazık ki! Hep seneye Şavşat’a gideceğim diyorum.
Şimdi Nesin Vakfı’ndayım. Bu güzel kuruluşunun içinde benim de yerim var. 1972 yılından bu yana nasıl geliştiğini gördüm, görüyorum. Keşke 1995 yaşamını yitiren Aziz Nesin de şimdiki durumunu görse, ben de Şavşat’ınkini!
Şavşat’ı gördüğümde 26 yaşındayım. Erdem de üç beş yıl benden küçük, bana ağabey demesi gerekirken, ağabey demiyor; çünkü, iyi arkadaşız. Her ikimiz de kendi çevremizde, aradaki kırk yıl içinde neler yaşadık? 1965’ten bu yana tam bir yaşam değilse de yaşamımızdaki en önemli yıllar geçti. Belleğimizdeki bazı olaylar hiç silinip yitmiyor. Bazıları hiç kalmamış gibi ama bence gerçekten kaybolmaz, ortam uygunsa belleğin bilinmeyen bir yerinden ortaya çıkar. Örneğin Şavşat. Keşke o zaman günce tutsaydım! Tutsaydım 1965 yılındaki Şavşat’la ilgili o zaman yaşadıklarımla şimdiki anılarımı karşılaştırabilirdim.
Türkiye benim yaşamım için bir dönüm noktasıydı. Hamburg Üniversite’nden burs kazandım: Zoolog olan Prof. Dr. Kurt Koswig 1935, Nazi rejimine karşı eleştirel bir tutumu olduğu için Almanya’dan ayrılmak zorundaydı. O, hem sosyaldemokrat hem de kiliseye bağlı biri olarak. Türkiye’ye sığınma olanağını buldu. Genç Türkiye Cumhuriyeti yüzlerce başka aydına ve bilim insanına iş ve yeni bir vatan verdi. Alman sığınmacılar ise Nasyonaldemokrat denilen 12 yıllık dönem içinde bu kadar barbarlığı üstlenmiş olan vatanlarını affedemeyecekleri kadar uzak kaldılar. Bazıları Almanya’ya dönmediler. Koswig döndü, yeni denilen Almanya’ya, 1956’da; ama Türkiye’deki yaşadığı yılları, burada gördüğü olanakları, Atatürk’ün akademik reformlarını desteklemeye çağırdığı bilim insanlarının o zamanki yaşam koşullarını unutmadı. Türkiye’de mutluydular. Mutluluk nedir? Kendi alanlarında çalışabilirlerdi, rahat ve özgür. Devlet tarafından çağrıldılar, devlet tarafından desteklendiler. Koswig Almanya’ya dönerken bağlılığı kopmadı. Bebek mezarlığında gömüldü. Almanya’ya dönen Profesör Koswig öğrenciler için bir değişim bursunu kurdu. İstanbul Üniversitesi’nden bir öğrenci Hamburg Üniversitesi’de bir sene okuyacak, biri de Hamburg’tan İstanbul’a gelecek. Zoolog olduğu için Koswig zooloji öğrencilerinin bu burstan yararlanmasını istedi. Ama burs için başvuran zooloji öğrencisi yoktu. Ben filoloji öğrencisi olarak başvurdum, kazandım, çünkü benden başka başvuran yoktu. Türkiye, o zaman okumak için gidilecek bir ülke olarak tanınmıyordu; Şavşat ise zaten bilinmiyordu.
1964-1965 yıllarında, 18 ay Türkiye’deyim, İstanbul Üniversitesi’nin bir öğrencisi olarak. İlginç bir dönem yaşıyorum. Zor zamanlar yaşıyorum, dil zorluğunu yaşıyorum. Ama sabırlı olan ve bana yardım eden çoktu. Türkçeyi epey öğrendikten sonra Turkolojiye geçtim. Birinci sınıfta Osmanlıca öğrenmekteyiz, Türkçe dilbilimine giriş derslerimiz de var. Sınıfta tek Alman benim, başka yabancı da yok. Dershaneyi hatırlıyorum. Aşağı yukarı yüz kişilikti. 2006 yılının Ocak ayında gene gezdim dershaneyi, pek değişiklik olmamış. Kırk yıl öncesini 2006 yılında bir kez daha yaşıyorum. Hoca basit sorular soruyor, örneğin: „Alfabe ne için gerekiyor?’ Türkçe anlatmakta zorluk çektiğim hâlde bu soruya yanıt vermek için cesaret buluyorum: Elimi kaldırıyorum, hoca beni gösteriyor. Yanıt verenin ayağa kalkma zorunluluğunda Almanya’da uymadığım hâlde burada uyuyorum.. Kalkıp, sözlükte sözcükleri bulabilmek için alfabenin gerektiğini söylüyorum. Türkçemi geliştirmek için sözlüğe çok sık bakmamdan dolayı soru bana basit geliyor. Yanıt doğru, hoca onaylıyor, ben de biraz bir az daha güven kazanıyorum, „oh!’ diyerek. Türkiye, bana zaten güven veriyor; Alman olduğumdan, belki de yabancı olduğumdan bana akıl dışı bir saygı gösteriliyor. Rahatım ama derslerde zorluk çekiyorum. Birinci sınıfta Erdem de var, yanımda oturuyor. Erdem Uzun, benden genç, çünkü birinci sınıf yaşım açısından değil; ama bilgim açışından seviyeme uygun. Erdem Şavşatlı.
Internetten Şavşat’a bakıyorum, tabii o zaman yoktu. Haberleşme şimdi hiç kalem kullanılmadan oluyor, ancak Şavşat’ta değil, hemen hemen dünyanın her yerinde internet var, internet kafeler, internet sohbetleri, internet bilgileri. Şavşat konulu siteler de çok. Şavşat siteleri Şavşat’ın güzellikleri, Şavşat haberleri, Şavşat’ın festivalleri için ilanlar… Şavşatlı insanların yaşamı anlatılıyor. Siteler ne kadar ayrıntılı olsa da, ne kadar fotoğraflar ne denli çok olsa da bana yetmiyor. Bunların hepsinin verdiği bilgi özlemi yok etmiyor, tersine özlemi artırıyor. Nişanyanların Küçük Oteller Rehberi’nde bile Şavşat’ın Karagöl ve Laşet Otelleri gösteriliyor. Demek Şavşat’ın doğal güzellikleri artık sırf Şavşatlılara değil, herkese açık. Ne güzel! Dünyaya açılmış, Şavşat. Keşke gidebilsem!
Erdem Şavşatlı. Şavşat’ın nerede olduğunu o zaman öğreniyorum. Doğudaymış ama şimdi çok sözü edilen doğuda değil, Türkiye’nin kuzeydoğusunda. Kars’ı biliyorum. Şavşat’a merakım doğuyor. Erdem’le ancak Şavşat’ı konuşmuyoruz. Erdem’le edebiyat tartışıyoruz. Ne demek tartışıyoruz? Erdem bana anlatıyor. Erdem solcu, tabii. Hepimiz solcuyuz. Nâzım Hikmet’ten söz etmek tehlikeliymiş 60’larda ama yine de Nâzım Hikmet’i konuşuyoruz. Bir Alman dergisinin Nâzım Hikmet’le ilgili bir yazısını annem bana gönderdi. Kitapçılarda arıyorum ama pek yanıt yok. Acayip bir suskunluk var, Nâzım Hikmet’i sorduğumda. Gençlerle gizli gizli konuşurken ‚Nâzım’ diyorlar. Ben şaşırıyorum, çünkü biz Almanya’da Bertold Brecht’ten söz ederken Bertold demiyoruz hiç, Bertold Brecht ya da Brecht diyoruz. Bertold’lar çok. Halbuki burada Nâzımlar da çok. İşte kültür farklarının küçük bir ayrıntısı. Türkiye’de soyadlarına pek önem verilmiyor; isimler daha önemli.
Aradan 41 yıl geçti. Yıllar geçtikçe Türkiye’yi daha yakından tanımaya başladım. 12 Eylül 1980 darbesinden biraz önce Bremen Üniversitesi’nde Profesörlüğüme başladım. Erdem’i düşündüm, Şavşat’tan ayrılmıştı mutlaka, nasıl yaşadı bu zor yılları? Davaları izlemek için sık sık Türkiye’ye geldim, genellikle sendikalı heyetin bir üyesi olarak geldim. Zor yıllardı; solcu, demokrat, devrimci, politik düşünceli insanlar için. Erdem’i düşünüyorum ama yeteri kadar arayamadım nedense.
Erdem, 1965 yılında, o Laleli’deki Türkoloji dershanesinde Şavşat’ı anlatıyor. Memleketini seviyor belli. Ailesi ve akrabalarını anlatmış mutlaka. Ben de neler neler anlattığını unuttum arada. Ama tabii ki Şavşat kendi memleketi olduğu için güzeldir demekle yetinmedi. Doğa güzelliklerini, insanlarının özelliklerini, çocukluk yaşamının nerelerde geçirdiğini anlatıyor „Yazın gidelim.’, diyor en sonunda. Ben de kabul ediyorum. Uzaktır diye hiç korkmuyorum. Erdem erken gittiği için Şavşat’a yolculuğu birlikte yapamıyoruz ama ben de kararımı verdim: Şavşat’ı görmeliyim, Erdem’in bu kadar övdüğü memleketini. Şavşat Şavşat olduğu için değil, Erdem’in memleketi olduğu için bu isteğim doğuyor. Bana o zaman bile Türkiye’nin etkisi olmuş, şöyle: Almanya’da bir yere gidersen, yer için gidilir, sevdiğin birinin memleketini görmek istediğin için değil. Ben ise Erdem’in memleketini görmek istiyorum.
41 yılı çabuk geçti, hemen hemen her yıl Türkiye’ye geldim. İnsanın ikinci bir vatanı olabilirse eğer Türkiye benim ikinci vatanım oldu. Arada Erdem’le de görüştük, Ankara’ya yerleşti, dershanesi vardı, başka projeleri. Geçmişine 1965’ten bakarak geleceğini anlatıyordu. Hareketliydi, ara sıra istediğinden fazla hareketli zamanlar yaşamış, sanıyorum. Tabii ki evlendi, çocuğu olmuş, o da evlenmiş, Erdem dede olmuş. Şimdi Millî Eğitim Bakanlığında çalışıyor. Ben de evlendim, boşandım, bir daha evlendim, benim de çocuğum oldu, daha dede olmadım. Mesleki yaşamıma gelince; Bremen Üniversitesi’nde profesör olarak Almanya’daki Türk çocuklara yönelik öğretmen eğitiminde çalışıyordum. Türkiye ile ilişkilerim işimden dolayı devam ediyor. Yıllar geçtikçe Almanya’daki Türklerin sayısı çoğaldıkça Türkiye konusundaki sorular çoğaldı, hâlâ öyle. Ama Şavşat da nerede? Almanların binde biri Şavşat’ı bilmez.
Şavşatlı Erdem Uzun memleketini seviyor, hep onu konuşuyor, merakımı uyandırmaya çalışıyor, başarılı oluyor. Türkiye’de kazandım bu memleket sevgisini, yurt özlemini, akrabalara bağlılığı, aile düşünlüğünü. Bu bağlılık konusunda Türkiye’de hiç kuşku yok. Belki herkesin bir göç geçmişi olmasından bu akıl dışı sevgi ve bağlılık doğuyor. İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciyken genellikle bununla karşılaşıyorum. Gençler tatillerini beklerken memleket özlemini gidermek için sabırsızlanıyor. Erdem de ille memleketine gitmek istiyor. Hem gitmek istiyor, hem de ille bana göstermek istiyor, daha doğrusu bana sevdirmek istiyor memleketini, beni de oradakilere. Ne güzel!
Almanya’da bulamadığım bu yurt sevgisi, aile sevgisi Türkiye’de hayal olarak olsa da bulduğum için hep geliyorum buraya. Biz Almanya’da öğrenciyken, tabii ki tatillerde uğruyorduk annelerimize babalarımıza. Oysa hedeflerimiz daha uzaklarda; Almanya’nın başka yöreleri, başka bir ülkelere gitmek hevesimiz vardı. Bunun nedenleri var tabii: bireyselleşme, ekonomi, geleceğe yönelik düşünceler, tarihimiz... Babalarımızın Nazi zamanındaki rolü konusundaki kuşkularımız ve bunun acısı… Hem kendi acımızı hem de babalarımızın acısını çekiyorduk. Türkiye ve Almanya’nın 20 yüzyılın tarihi açısından anlatılmayacak ve anlaşılamayacak farkları vardır.
1965 yılının yazında Avustralyalı bir arkadaşın arabasıyla Şavşat’a yola düzülüyoruz… Karadeniz sahilinden ta Hoşap’a kadar giden yolu takip ediyoruz. Sonra dağlara çıkıyoruz, ormanlardan geçiyoruz, manzara, o kadar güzel ki… Dar yollardan gidiyoruz, insan nasıl böyle dar araba yolunu yapmış diye hayran kalıyoruz. Çeşmelerde duruyoruz, taze berrak, buz gibi soğuk Şavşat suyunu içıyoruz. Şavşat’a yaklaştıkça heyecanlanıyorum. Yollar vahşileşiyor, güzelleşiyor; solda yokuş, sağda uçurum, o virajlı o yollardan biraz korkarak gide gide, en sonunda Şavşat’a varıyoruz. Ayrıntılarını hatırlamıyorum. Yazık ama öyle. Nasıl karşılaştığımızı hatırlasam! Ama öyle bir anım var; ki çok sevilen ve çoktan tanınmış biri gibi karşılandım. Şavşat güzel, insanları güzel, anılarım güzel.
Bana, ‘Neden Türkiye?” diye sorarlardı… Ben de kendi kendime soruyordum. Annemden babamdan kalan bir şey değil. Büyük babam yüz sene önce Konstaninapolis’e gelmiş, kalmış, gezmiş ve dönmüş. Gezisiyle ilgili bildiğim bir şey yok. Annemin hayatı boyunca bir gezme eğilimi vardı. Ziyaretime gelmişti İstanbul’a. Ama babası da kendisi de Şavşat’ın nerede olduğunu kesinlikle bilmediler. Tabii ki bilmediler. Benim Türkiye’ye gelmem birçok olay zincirinin sonucuydu. Şavşat’la bağlantılarım da o derslerde Erdem’in yanımda oturmasından dolayı oluştu.
Şavşat da Türkiye… Ayrı bir Türkiye. Tabii ki İstanbul’a benzemez, Urfa’ya da benzemez, Antalya’ya hiç. Türkiye çok manzaralı bir ülkedir, her bakımdan çok yönlü, Şavşat bir yönü. Değişik değişik yöreler var. Orası dağlık, ormanlık, dereleri, şelaleler de var. Doğa göze çarpıcı. Şavşat’ın ve çevresinin manzarası müthiş güzel. Almanya’nın güneyindeki Alp bölgelerine benziyor. Benziyor ama özel bir güzelliği var. Hem memleketime benzetiyorum, hem de Türkiye’ye özgü tarafları var tabii. Demek bana yabancı gelen bir manzarası var hem de yakın. Şavşat özel bir Türkiye, Erdem’in sayesinde, Erdem’in memleketi olmasından, annesi de babası da orada, akrabaları, arkadaşları, çocukluğu orada geçti. İçimden gelen bir duygu bu. Erdem benim dostum. Ondan dolayı ailesi de beni sever. Erdem’in arkadaşı olmam bana güven veriyor. Yabancı değilmişim gibi, herkes beni tanıyormuş gibi. Erdem’in benden olumlu bir şekilde söz etmiş olduğu Erdem’in ailesinin yanında, Şavşat’ta kendimi 26 yaşında bir genç olarak yeniden dünyaya gelmiş bir oğul gibi hissediyorum. Günce tutmadığımdan ayrıntılarını bilmiyorum; ama yaylalara da çıktığımızı, oradaki evlerinde de kaldığımızı, sohbet ettiğimizi, sabah erken erken kalktığımızı, serin havada (belki de soğuktu) gezdiğimizi, ineklerin aralarından geçtiğimizi, dağlara tırmandığımızı, yorgun yorgun eve döndüğümüzü, orada tatlı ballı kahvaltı yaptığımızı iyice hatırlıyorum. Taze bir Türkiye orası, yeşil, verimli ve cennete yakın.
İkimiz de şimdi 60 yaşlarındayız, o yeni girdi altmışlı yaş onluğuna, ben ise yetmişe yaklaşıyorum. İkimiz de hâlâ çalışıyoruz. Eski ilkelerimiz ancak anılar olarak mı kaldı? Sanmıyorum; ama bu konuda daha yavaş gidiyoruz, daha ciddi belki. Dünyanın gelişimi hızlandıkça biz hızımızı azalttık, yavaş gidiyoruz. Gelecek kuşaklara bir şeyler bırakmak gerek. O zaman Şavşatlı olan Erdem ve Almanyalı olan ben bu konuda hemfikiriz: Dünyanın durumunu hemen değiştirmek gerektiğini sandık o zamanlarda, gençliğimizde. Tabii ki gençliğimizi çok değişik ülkelerde geçirdiğimiz için devrim konusundaki düşüncelerimiz farklıydı mutlaka; ama 1965 yılında bu farklılıklara pek önem vermedik. Bugün ise dostluğumuz daha ağır yürüyor. Görüşüyoruz. İkimizin de düşü Şavşat’ı bir daha beraber gezmek…
Bu İçerik 8167 Kez Görüntülendi