Şavşat Duvar Gazetesi Yaşam
Doğan Akhanlı: Almanya benim yazar olmamda büyük etken
DOĞAN AKHANLI ROPORTAJI
(6 MART 2009)
MANŞET
Almanya benim yazar olmamda büyük etken
SPOT
Almanya’ya 1992’de göç eden yazar Doğan Akhanlı’nın bir önceki kitabı ‘Madonna’nın Son Hayali’ 2005 yılının en iyi 10 kitabından biri olarak değerlendirilmiş. Ve ‘Turkuvaz’ kitaptan yayınlanın son kitabı ‘Babasız Günler’ ise Avrupa Türkleri 1. Edebiyat Yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş
Almanya’ya geldiğinde, sadece devletle sorunları olan biri değil, kendisiyle dayanışan bir kaç eski dostu dışında arkadaşlarıyla da ilişkisi kopmuş birisi Akhanlı... Eşi ile birlikte, biri iki, diğeri sekiz yaşında iki çocukla bir buçuk yıl boyunca mülteci yurtlarında, çoğunluğu Saraybosnalı ve Pazarcıklı olmak üzere dünyanın her yerinden mültecilerle beraber yaşamış, aynı tuvalet ve banyoyu kullanmışlar. Savaş sürerken, Bosna’ya, Sırplarla savaşmak için döndükten bir kaç gün sonra ölüm haberini aldıkları delikanlı için hep beraber yas tutmayı öğrenmişler...
SORU: Alman toplumuyla tanışma...
Bir buçuk yıl sonra, sonradan arkadaşlarımız olan beş Alman’ın yaşadığı, mutfak ve banyonun ortak kullanıldığı, her bireye bir odanın düştüğü, ‘ortak yuva’ olarak Türkçeleştirebileceğim, “Wohngemeinschaft” adlı bir yaşama biçiminin parçası olduk. Bu ev bizim Alman toplumuyla tanışmamızın yolunu açtı. Hızla Almanca öğrenme olanağına sahip olduk. Ortak özelliklerimizi ve farklılıklarımızı yargılamadan kabullendik. Her geçen yıl, biz biraz ‘Almanlaştık’, onlar biraz ‘Türkleşti’ler. Biz ‘biraz daha yermisin lütfen’ ısrarını azalttık. Onlar da ‘hayır’ derken ‘evet’ demek istediğimizi süreç içinde öğrendiler.
Yeryüzünün sadece bizim acılarımızdan, bizim geçmişimizden ibaret olmadığını, dünyanın neresinde doğmuş olursak olalım bizi birleştiren benzer duygular olduğunu da bilince çıkardık. Etnik kökenler giderek anlamını yitirdiğini, iki insan arasındaki ilişkiyi, başka özelliklerin birleştirmesinin güzelliğini de bu arada keşfettik.
YENİ BİR HAYATA MERHABA
SORU: Uyum sağlamak zor oldu mu?
Yeni bir hayatın yapı taşlarını örer ken, olanı biteni sessizce izliyor, yaşananların niçin öyle yaşandığını, hangi adım ve kararlarının beni ve çocuklarımı bu noktaya getirdiğini anlamaya çalışıyordum. Bazen geçmişten söz edilirken, eşimle benim aynı olayı çok farklı anlattığımız ve algıladığımızı da fark ettim. Üçüncü bir kişinin ise ikimizin anlattıklarımın olanı biteni değil, algılama ve duygularımı yansıtacağını büyük ölçüde kavramıştım.
Almanya’da geçmiş üzerine düşünme olanağı bulduğum süreç içinde ‘tekil’ hikayelerin arkasında hepimizi birbirimize bağlayan ve aynı hikayenin oyuncuları yapan kollektif bir hikaye ve geçmişin durduğunun da farkına vardım.
YALNIZLIĞI AŞMAK...
Örneğin, çocukluğunda sanat müzi ğine tutkun, bütün makamları ayırtedebilen ‘hüzzam’ makamına tutkun bir genç düşünün. Bu genç ile onu sorgulayan ve ona eziyet ederken de olağanüstü sesi ve yorumuyla sürekli ‘hüzzam’ şarkılar söyleyen bir işkenceci arasındaki ilişki, o gencin işkence altındayken, hiç olmazsa ‘hüzzam’ şarkı dinleyebilme olanağı ve o şarkıların onun acılarını hafiflettiği duygusu ‘tekil’dir. Kolektif olan ise, işkencenin bir yöntem olmasıdır. Bunun anlatımı okuyucuda çeşitli çağrışımlara yol açar ve anlatılan hikaye ve olayın kahramanlarıyla empati kurulur. Dolayısıyla yazmak ve okumak, kollektif hikayemiz içindeki ‘tekil’ olanı anlatarak ya da okuyarak, olan biteni anlamaya çalışmak, daha da önemlisi, yalnızlığı aşma çabasıdır.
İnsanın kendine özgü hikayesi, aynı anlama gelmek üzere ‘geçmişi’ onu ‘yalnızlığa’ iter. Unutmayın ki hayatı en yolunda giden insanların bile onları ‘yalnızlığa’ sürükleyen öyküleri vardır.
SORU: Geçmiş insanı kamçılıyor...
Sık sık kimsenin bizi anlamayacağını düşünürüz sözgelimi. Başımızdan bir şeyler geçmiş, haksızlığa maruz kalmış, taciz edilmiş, hırpalanmış, hakarete uğramış, işten kovulmuş, sınıfta kalmış, birilerini incitmiş, en yakın dostunu yarı yolda terketmiş, aşağılanmış, aşağılamış olabiliriz. Hayatı en yolunda giden insanların bile onları ‘yalnızlığa’ iten öyküleri vardır. Hem bütün geçmişin belinizi kırdığını, hem de beliniz kırılırken özgürleştiğinizi hissedersiniz.
SORU: Şu ana kadar Almancaya çevrilmiş kitabınız var mı?
Var. “Kayıp Denizler Üçlüsü”nün son kitabı olan Kıyamet Günü Yargıçları, 2007 yılı başlarında Avusturya’da yayınlandı. “Madonna’nın Son Hayali” en geç gelecek yılın ilk baharında Almanca yayınlanacak. “Babasız Günler”le ilgili hazırlıklar da sürüyor.
n Bir dizi film senaryosundan bahsediliyor. Almanya’da mı yayınlandı?
Köln’de Sonfilm adlı bir şirket var. Senaryoları bu şirket için yazdım. “Sarı Saten” adlı senaryom, Mehmet Çoban tarafından geçtiğimiz yıl sinema filmi olarak çekildi ve bu yıl gösterime girer sanıyorum. Dizi film ve diğer senaryoların akibeti ve ne zaman çekileceği konusunda bir bilgim yok.
SORU: Yeni kitap hazırlığı var mı?
Biri bitmiş, diğeri bitmek üzere olan iki romanım var.
SORU: Avrupa Türkleri 1. Edebiyat Yarışması 2008 roman yarışmasında ‘Babasız Günler’le birincilik ödülünüz var. Başarının ödüllendirilmesi sizi duygulandırıyor mu?
Ödüllerin yazara olan ilgiyi arttırdığı bir gerçek. Sözkonusu ödül ‘Babasız Günler’e verildi. Tabii ki çok sevindim. Ama ömrüm ödülsüzlüklerle de geçse, yazmadan vazgeçmeyeceğimi biliyorum.
SORU: Babasız Günler’i kısaca özetlersek...
“Yıllar sonra Polaris adlı edebiyatçı kadın kahramanımız, gece yarısı aniden uyanır. Rüyasında, eski aşkı Mehmet Nazım’ın yıllar önce dillendirdiği hayalini görmüştür. Mehmet Nazım 12 Eylül’ün Almanya’ya savurduğu bir müzisyendir. 70’li yılların sonlarında metamatik dehası olan babası profesör ile bir çatışma yaşamış ve bu çatışma, Polaris’le arasındaki aşkın bitimine neden olmuştur. Her üçü de yaralıdır. Her üçü de, ait oldukları dünyanın (edebiyat-müzik-matematik) kavram ve sesleriyle geçmişin hatıralarına dalar, birbirinden bağımsız yaşadıklarının anlamını çözmeye çalışırken, ortak bir payda yakalarlar. Bu ortak paydanın adı, sevgidir.”
ROMAN SANATINI İFADE YOLU SEÇTİM
SORU: Roman yazmaya ne zaman tanık oldunuz?
Yazmaya tanık olduğum, yaşadığım dönemin hikayesiyle başlamam tabii ki kaçınılmazdı. Sorun beni yalnızlığa sürükleyen hikayeyi anlatma imkanının olup olmadığını, anlayan birilerinin çıkıp çıkmayacağı ihtimaliydi. 30 yıllık bir dönemi anlatırken, ‘tekil’ olanı anlama yolunu bulup bulmayacağım sorunu vardı.
Tekil hikayelerin anlatımında geniş olanaklar sunan roman sanatını ifade yolu olarak seçtim. ‘Hikayemi’ anlatabilmek için, çizmeyi becerebilsem resmi, beste yapabilsem, müziği de seçebilirdim araç olarak. Bu iki sanat dalı yerine, edebiyatı tercih etmem içimde her geçen gün büyüyen ‘yazabilirim’ duygusuydu. Bu duygu ‘yazma’ eylemine dönüştükten sonra, yazdıklarımla aramda her geçen gün genişleyen ve sertleşen bir çatışmaya, yazdıklarımdan “memnun olmama” tutkusuna yol açtı. Ünlü ya da ünsüz, olmalarına önem vermeden mümkün olduğunca çok okuyarak, mümkün olduğunca öğrenme hevesimi canlı tutarak edebiyatı ‘yurt’ edindim sonuçta. Geçici bir ‘yurt’ olduğunu bilerek. Yazmaya başlamadan bunu bilemezdim. Yazma milyonlarca sayfa düşünüp, kelimelerin bir kaç yüz sayfadaki şekil alışıdır. Milyonlarca sayfa düşünme süreci yazmanın en heyecan verici ve yorucu parçasını oluşturur.
DOĞAN AKHANLI
1957 Artvin-Şavşat doğumlu. 12 Eylül 1980 Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğrencisi. Sonrasında garson, ocakçı, balıkçı, müzik aletleri yapımcısı. Mayıs 1985-87 arası politik tutuklu. 1991 yılı sonunda Almanya’ya göç başlıyor. Çeşitli sivil toplum ve kültür kuruluşlarında basın ve halkla ilişkiler görevlisi ve proje yöneticisi olarak çalışıyor. 2007’den bu yana hayatını senaryo, radyo ve tiyatro oyunları yazarak, çeviriler yaparak kazanıyor.
Akhanlı’nın Almanya hakkındaki söylediklerine gelince; Almanya’nın Nazi geçmişini öğrenince Almanya Avrupa’nın aslında kültür olarak en gelişmiş ülkelerinden biri. Almanya tüm dünyaya bakarsak insan hakları sorunu en azda, sokakta kavga yok, cinayetler asgari düzeyde ve suçlular hemen açığa çıkıyor. Suçluları bulma sürecinde insanlara işkence yapılmıyor. Tabii ki eleştirilecek yanları da var. Mesela ayrımcılık var yabancılara karşı. Almanlara göre daha geri durumdalar, bu da bir gerçek.
Öte yandan ben iki çocuğum eşimle geliyorum buraya, para yok hiçbir şey yok. Hayata nasıl başlayacağımız konusunda bilgimiz de yok. Adamlar ev veriyor, Almanca öğrenebileceğin koşulları sağlıyorlar, eğitime gönderiyorlar ve yeniden hayat kurma şansı veriyorlar. Sonra yeniden kendi hayatını kurma şansı elde ediyorsun. Bu Alman devleti aracılığıyla olan bir şey.
YAYINLANAN ROMANLARI
Denizi Beklerken 1998
Gelincik Tarlası 1999
Kıyamet Günü Yargıçları 1999
Madonna’nın Son Hayali 2005
Babasız Günler 2009
SENARYOLARI
On Sevdiğimi Söyle (polisiye dizi)
13 bölüm 2007
Der gelbe Satin (Sarı Saten) 2007
Almanca (sinema filmi) 2007
Nazlı Gurbet (sinema filmi) 2007
Haydutlar Kraliçesi (sinema) 2007
Beyaz Cam (sinema filmi) 2008
ÇEVİRİLER
Talat Paşa Davası (I) Tutanaklar
Talat Paşa Davası (II) Yorumlar
HİKAYEMİZ
Nazi döneminde Gestapo’nun sorgu ve işkence merkezi olan, şimdi Köln Belediyesi’ne bağlı eğitim merkezi olarak hizmet veren EL-DE Haus adlı müzede Türkçe rehberlik yapıyorum. Halen aramızda çelişki ve çatışmalara yol açan geçmişimizi, bugünün bakışıyla ve farklı perspektiflerle öğrenebilmek amacıyla, Almanlar ve esas olarak, Ermeni, Kürt, Yunan, Türk kökenli göçmenlerle, Berlin ve Polonya’ya tarihsel eğitim turları düzenliyor, sözkonusu gruplar arasında diyalogun geliştirilmesine çaba gösteriyorum.
Şimdi bütün bu çabaları analiz eden, bizleri kökenlerimizden bağımsız olarak birleştiren tarihimizi ‘Hikayemiz’ başlığı altında Almanca yayınlanacak bir kitapta toplama hazırlığı içindeyim.
ALMANYA’DA SÜKUNET VAR
Almanya sosyal bir devlet. Kişi olarak da ben bunun yararını kendim gördüm. Bütün olanaklar olmasa oturup da yazma şansım olmayacaktı ki. Şimdi bu gerçek varken de ben niye bu gerçeği söylemeyeyim. Almanya’yı sevmiyorum diyenlerin çoğunun yeterince paraları da var ama yine Almanya’da yaşıyorlar. Aslında bir biçimde buranın rahatlığını da herkes görüyor. Burda bir sükunet var. Sevmiyorum diyenler, Almanya’yı tanımıyor ki sevsin. Almanlarla ilişkisi yok ki, Almanlarla aynı masaya oturmuyorlar ki. Ben yaptığım projelerle, yazdığım kitaplarla ciddiye alınmış biriyim. Onun dışında burda o kadar çok arkadaşım oldu ki Almanya’da. Sadece Alman kökenliler de değil dünyanın her yerinden. Kendimize özgü bir millet bulmuş gibi olduk.
RÖPORTAJ: GÜLCAN KARAOSMANOĞLU / SABAH/ALMANYA SERVİSİ
Bu İçerik 2027 Kez Görüntülendi