Şavşat Duvar Gazetesi Yaşam
Suyun müşterisi değil sahibiyiz!
İSKİ’nin zamlarla ilgili gerekçeleri sizce ne kadar gerçekçi?
İSKİ iki gerekçe koydu. Birincisi, ‘Tasarruf” idi. İkincisi de ‘Yatırımların arttırılması amaçlı” dedi. Meclis kararındaki fiyat listesine bakarsanız, ‘müşteri grupları’ yazar üzerinde. Bu tanımlama zaten zihniyeti net olarak ortaya koyuyor. Üç müşteri grubuna ayırmışlar, 20 metrekübü lüks tüketim sayıyorlar. Sadece evsel kullanıcıları tasarruf maksatlı sınıflandırmışlar. Çok daha fazla su kullanan sanayide böyle bir sınıflandırma yapılmamış. Yani düşünün ki 20 metrekübün üzerinde su kullanıyorsanız kâr hedefli bir ticari işletmeyle yaklaşık aynı parayı ödüyorsunuz. Sanayi 4.30 liradan alıyor, siz de 4 liradan alacaksınız.
Zaten tasarrufla kastedilen insanları sağlıklı yaşamla ekonomik nedenler arasında sıkıştırmak. Bir insanın sağlıklı yaşayabilmesi için İller Bankası Yönetmeliği’ne göre minimum 150 litre su kullanması gerekiyor. Türkiye ortalaması da 111 litredir. Türkiye ortalamasının daha altında bir su kullanımını gerektiren bir zam tarifesi yapıyorlar. 4 kişilik bir ailede kişi başına 83 litre, 6 kişilik bir ailede kişi başına 55 litre su tüketimini aşmamak gerekiyor. Yollarda görmüşsünüzdür, ‘Daha az duş alın!” gibi billboardları süsleyen çok saçma, altı doldurulamayacak cümleler var. Siz bu kadar az su kullanımını insanlardan ekonomik nedenlerle talep ederseniz, bu insanların hastane masrafları artacak. Yani aslında hiç bir şeyden tasarruf edilmeyecek. Tabii ki hastaneleri de, hastaları da müşteri olarak gören bir zihniyetle yönettikleri için bu onların avantajına. Bunlar gerçekten birbirini tetikleyen ve onlar açısından programı bütünleyen örnekler.
İkinci gerekçeleri, yeni yatırımların yapılması. Zaten bize ödediğimiz vergilerin yol, su, elektrik yatırımı olarak geri döneceğini söylüyorlardı. Şimdi, su fiyatlarını arttırarak yeni yatırım yapacağız demek gerçekten komik. Zaten kamu hizmeti, zaten bana ait olan bir şeyin kullanımı. Şimdi görüyoruz ki artık kamuya karşı kâr hedefleyen bir sistem haline getiriyorlar. Bunun özelleştirilme öncesinde yapılması gerçekten dikkat çekici.
’Az kullananlardan daha az ücret alacağız” deniyor. Bu gerçekten yoksulları biraz olsun kollar mı?
Bu kenti yönetenler, kentin sosyo-ekonomik ve kültürel özelliklerini net olarak bilmeliler ve politikalarını ona göre koymalılar. Evet bu kentte milyonlarca yoksul insan yaşıyor ve hiç de öyle 3-4 kişilik ailelerde yaşamıyorlar, 6-7 kişi bir odayı paylaşan aileler var ama size su saatine göre bir uygulama getiriliyor. Sizin o evde kaç kişi, hangi koşullarda yaşadığınızın hiçbir önemi yok. Su zammı, ekonomik seviyesi yüksek olan insanları hedeflemiyor. Zira onlarda hane nüfusu daha az. Yani bu zam eşitlik ilkesine aykırı.
Kaldı ki, size şunu söylüyor Belediye: ‘Eğer çok para ödemek istemiyorsan sağlıklı yaşamayı kafandan çıkar. Zaten ben sağlık reformuyla senin elinden hastanelerini aldım, suyu da elinden alıyorum. Ötekileştiriyorum ve yok sayıyorum seni.” Bu, yoksulları bir yerlere götürüp ‘Hiç gözüme görünme demek” gibi bir şey.
Dünya Bankası suyun maliyetinin tam olarak müşterilerden alınmadığını ve zararına hizmet götürüldüğü, oysa suyun çok değerli bir şey olduğunu söyleyerek belediyeleri eleştiriyor. Bu ne kadar haklı bir eleştiri?
Bu neoliberal politikaların bir parçası. Dünya Bankası’nın 40 tane kredisinden 12 tanesi suyun özelleştirilmesine dayanıyor. Su değerli bir şey, kabul ediyorum. Su hayattır ama bize ait bir şeydir. Bize ait olan bir şeyi tekrar bize satıyor olmanız da kabul edilemez. Kaldı ki KİT’lerin kâr etme ya da zarar etme diye bir amacı olamaz. Kamu hizmeti veriyorsunuz, bir şirket yönetmiyorsunuz.
Bir de suyun kalitesi meselesi var. Örneğin şebekeye deniz suyu verme meselesine dair somut bir gelişme var mı?
Bir gazeteye göre İstanbul Durusu’da denizden içme suyu elde etme tesisi kurulacakmış; ama su havzasında. Çok komik değil mi? Su havzasına, deniz suyundan içme suyu elde etmek için tesis kuruyorsunuz. Gazeteden aradılar; orman arazisinin tesis edildiğini söyleyerek ‘Ne diyorsunuz?” dediler. ‘Kargalar gülmesin diye ormanları da kesmeleri gerekiyor haliyle” dedim. Denize güveniyorlar ama şöyle bir sorun var; bu teknik çok yüksek maliyetli. Ayrıca bir birim su alabilmek için 0.5 birim suyu atmak zorundasınız ve o atık, aldığınız sudan daha kirlidir. Bunu tekrar denize mi vereceksiniz? Bunu su havzasında yapıyorsanız, hazır burada bir göl var deyip oraya mı vereceksiniz. Şöyle bir tehlikesi de var; Karadeniz endüstriyel anlamda Türkiye’nin sahip olduğu en kirli denizdir. Sizin denizlerinizde tek sorun tuz değil ki. Hepsini kirlettiniz.
Peki deniz suyuna mecbur değil miyiz?
Bu ülkede su havzalarını rant alanı olarak gören ve inşaata açan bir anlayış süregeldi. Su havzalarının korunmasına dair yönetmelikteki koruma bandı 300 metreden 100 metreye çekildi AKP tarafından. Suyun miktarının önemi kalmadı çünkü havzalardaki suyunuz kirli. Bu nedenle arıtma tesisleri gibi ciddi işletme maliyetleri olan birimler var. Şimdi denizlere el atıyorlar. Deniz suyundan içme suyu elde etmek mümkün ama su havzalarınızı korumadan böylesine pahalı bir yöntemi tercih etmek akıl kârı değildir.
Ankara’daki su krizinde, ‘Belediyeler bu işi yapamıyor” gibi söylemler oluştu. Tüm bunlar büyük kentlerde suyun özelleştirilmesine dair bir sürecin işlediğinin işareti olabilir mi?
Tüm dünyada şöyle bir süreç izlemiş: Önce lobiler gelmiş hükümetlerle görüşmüşler. Ardından susuzluk söylentileri, uygulamaları başlamış ve hemen sonra da özelleştirmeler olmuş. Özelleştirmelerden sonra da insanların sağlıkları bozulmuş, suya ulaşamamışlar, Gana’da iç savaşlar çıkmış, Fransa’da kolera salgınları vs… Şimdi aynı şey burada gündeme geliyor. Su fiyatlarını arttırarak burada bir rant olduğunu gösteriyorlar.
Yani burada lobilerin iştahını kabartacak ciddi bir kârlılık oranı söz konusu. Haziran’da ‘Suyumuz yok, biz yapamıyoruz” deyip akarsuları özelleştirmeyi gündeme getirmişlerdi. İlk akla gelen soru şu: ‘Eğer senin suyun yoksa bir özel firma niye gelip bunu işletmeye talip olsun? Varsa sen niye işletmiyorsun?” Şimdi ‘Dünyada su sektörü 1 trilyonluk bir pazar” diyorlar. Türkiye’yi bu pazarda biraz daha allayıp pullayıp, janjanlı gösterip pazarlama taktiğiyle yaklaşıyorlar şu an.
Zaten Türkiye’de su hizmetleri özelleştirilmeye başlandı. Sadece bu denli gözümüzün önünde değildi. Sizin sayaç okumalarınızı, bakım onarımlarınızı özelleştirdiler. Fark ettirmeden su hizmetlerini kamu hizmetleri olmaktan çıkarmaya başlamışlardı.
Susuzluk söylentileriyle beraber gündeme gelen denizden içme suyu elde etmek gibi yöntemler de bu işin tamamen özelleştirilmesini getiren yöntemler. Çünkü bunu özel firmalara ihale edecekler. Özel firmalar yap-işlet modeliyle bu ihaleleri alacaklar ve size ait olan suyu, size satacaklar.
Suyun özelleştirmesi süreci can yakmaya başlamadı mı aslında. İSKİ’nin taşeronlarının yol açtığı kazaların sayısı fırladı. Acaba aynı can alıcı kazalar, çeşmemizden akan suyun başına gelir mi?
Biz nükleere karşı çıkarken ironik anlamda bir argüman kullanmıştık: ‘Senin çöpün patlıyor, nükleer santral senin neyine!”. Bu da benzeri bir durum. Dilara öldüğünde Belediye Başkanı şöyle bir açıklama yaptı: ‘Bizim çok şantiyemiz var ve bunların hepsini kontrol etmemiz mümkün değil. Müteahhit firmanın da kontrol mühendisleri var, onlar kontrol etmeli.” Yani siz kadıyla davalıyı bir tutarsanız olacağı budur. Biz hep tekil ölümler yaşadık ki çok önemli iş kazalarıydı, İSKİ hep ölümlerle anılmaya başlandı. Bir de siz içme suyunu özelleştirirseniz, bu sefer artık insanlar için musluktan akan su da risk haline gelecek.
Türkiye 2009 yılında Dünya Su Forumu’nun (DSF) ev sahipliğine hazırlanıyor. DSF suyun metalaşmasını, kamu hizmetleri olmaktan çıkmasını savunuyor. Forum öncesi su merkezli hareketlilik neden artıyor?
Hükümet ya da yerel yönetimler ellerinden geleni yaptılar bugüne kadar, işte bu son adım DSF. Artık gelecekler ve görücüye çıkacağız. Biz, ÇMO olarak DSF’ye karşı birlikte mücadeleye etmeye, 2009’a kadar bu konuda sesimizi çıkarmaya, suyun bize ait olduğunu, su hizmetlerinin asla özelleştirilemeyeceğini duyurmaya çalışıyoruz. DSF tehlikeli bir oluşum. Su lobilerinin bağlı olduğu, onların kendi piyasalarını belirlediği bir oluşum. Bu nedenle Türkiye’de toplanacak diye sevinemiyoruz. Hatta özelleştirmenin son adımı diye düşünüyoruz. 2009’a kadar hükümet ve belediyeler istenen programı yetiştirecekler zannederim.
2009’a kadar suyumuz için çok kavga çıkacak yani...
Çok öncesinde ‘Su bir savaş nedeni midir?” diye bir tartışma başlamıştı bazı gazetelerde. Oysa ki tarihe baktığınız zaman su hep barışı desteklemiş. Fırat’tan su alan ülkeler sırf o suyu paylaşabilmek adına barış anlaşmaları yapmışlar. Ama şimdi birdenbire suyu savaş nedeni olabilecek bir konuma getirip oturttular ilk önce, ardından da susuzluktu vs… Eskiden ilkokulda bize, ‘Biz su zengini bir ülkeyiz, üç tarafımız denizle çevrili” falan denirdi. Şimdi bütün bunlar unutuldu. Büyük bir kıtlığın ortasında bırakıldık. 95 öncesi kişi başına 8000 metreküp su düşerken şimdi 1400’lere düştü...
Küresel ısınmanın hiç mi suçu yok bunda?
Küresel ısınma bu ülkedeki nedenlerin yanında öyle masum kalıyor ki, söylemeye dilim varmıyor. Siz o kadar kötü yönettiniz, o kadar hor kullandınız, o kadar fazla peşkeş çektiniz ki küresel ısınma bunların yanında çok masum.
Peki ÇMO bu kavgaya nasıl hazırlanıyor?
Birincisi, ÇMO tek başına bir şey yapamaz bu konuda. ÇMO kamuya, nelerin olduğunu, dünyada hangi örneklerin yaşandığını, bizim ülkemizde de oyunun öteki ülkelerin ayak izlerine basarak ilerlediğini anlatıyor. Su hizmetlerinin özelleştirilmesi daha gündeme gelmeden biz sesimizi yükseltmeye başlamıştık. ‘Su hizmetlerinin özelleştirilmesi gündeme gelecek, zaten yan hizmetleri özelleştirdiler hiç farkına varmadan” diyerek kamuoyunun ilgisini çekmeye ve bu konuda bir mücadele hattı oluşturmaya çalışıyoruz. Hukuksal mücadele yollarını kullanmaya çalışıyoruz. Su zamlarının iptali için de dava açtık. Ama burada asıl hedeflediğimiz, kamunun kendisinin bunun farkına varması ve hep beraber mücadele edebilmek.
Su bize ait bir şey, sırada hava mı var? Hava ve su bizim yaşam kaynaklarımız ve bu kadar kolay elimizden almamalılar. Bu, hep beraber yapabileceğimiz bir mücadele. Yenilir miyiz sorusunun yanıtını bilmiyorum ama teslim olmayız, olamayız.
Bu İçerik 7956 Kez Görüntülendi