Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler
Boşnak Kızı
Kısa Bir Hikaye : Boşnak Kızı
Hayat bazen bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiverir insanın derler. Çoğumuz kötü anıları pek hatırlamak istemeyiz. Geçmişe dair hep güzel şeylerden söz ederiz…
Varlıklı bir ailenin çocuğu değildim. İnanın hiçte böyle bir hayalim olmadı. Devlet memuru maaşıyla kıt kanaat geçinen ama küçük şeylerden bile mutluluk payı çıkaran bir ailem vardı. Çocukluğumdan hatırlayabildiğim; bir dönem vaktimin dört yapraklı bir yonca bulabilme ümidiyle geçtiğidir. O dört yaprağın bana getireceği harikuladelikleri tahmin bile edemezdiniz... O dört yapraklı yonca benim sihirli değneğim olacak, her isteğim gerçekleşecekti... Kimse kimseyi üzemeyecekti ben varken...
Papatyalardan fal bakıldığını ise o zamanlar hiç duymamıştım...
Küçük bir dünyam hayallerle kurulu bir hayatım vardı.Süper men filmlerinde ki hayal kahramanı bende gerçeğini bulmuştu. Nereden öğrendiğimi hatırlayamadığım bir duayla Allah’a yalvarır yakarır, süper menin sahip olduğu doğa üstü güçlerin bendede olmasını dilerdim... Her duanın bitiminde omuzlarımdan geriye sarkıttığım pelerinimle yaptığım uçuş provaları hep fiyasko ile sonuçlanıyordu.
Oysa her şey; sevecen komşumuz Alman Hüseyin amcanın siyah beyaz televizyonunun camından hayata yansıyan bir gölge oyunun dan ibaretti.Ve ben hep o hayalle yaşar,bir gün kötü adamların karşısına süper menin Türk versiyonu olarak çıkıp onları alt edeceğimi düşünürdüm...
Hiçbir zaman Michelle Night ın ‘Kara Şimşek’ i gibi bir arabam olamamıştı. İlk sahip olduğum tekerlekli bineğim; epey bir uğraştan sonra babama aldırabildiğim, Hasan amcanın kalın tekerlekli büyük kırmızı velespitiydi... Ayaklarımın pedala zar zor yetiştiği bisiklete o zamanlar Hasan amca öyle derdi; Velespit. İlkin bisikletimi özene bezene boyadığımı hatırlıyorum. Artık benimde bir ‘Kara Şimşek’ im vardı...
Komşularımızın ihtiyaçlarını komşu köy deki bir bakkaldan ben taşırdım ve bu bana farklı bir haz verirdi...
Olanca gücümle pedala asılırken, dudağımdan o ‘Kara Şimşek’ filminin melodisi hiç eksik olmazdı.
Hasan amcanın deyimiyle Velespitten kaç defa düştüğümü hiç hatırlamam, sayamadım... Her kaza da ufak tefek yaralar içinde kalsam da, biraz toprak biraz çakıllı köy yollarında bisiklet üzerinde olmanın apayrı bir keyfi vardı.
Böylesi irili ufaklı, dev ekranlı, uzaktan kumandalı teleteksli televizyonlar yoktu o zamanlar. O hayal aleminden bizim küçük dünyamıza yansıyanlar ancak parmakla gösterilen birkaç evdeki siyah beyaz televizyonlardı. Görüntüsü ikide bir kaybolan, tepesine yumruğu yeyince tekrar düzelen ahşap kasalı televizyonlar...
TRT-1 ancak saat 18 den sora yayın yapabilecek kapasiteydi. Ve ben o saati sabırsızlıkla bekler sonrada soluğu komşumuz Almancı Hüseyin amcanın evinde alırdım.
Dedim ya; aklımızdan pek çok şey geçer, gönlümüz olmadık şeyler çeker, çoğu şeye de aklımız ermezdi... Seyrine doyamadığımız diziler yabancı sinemaları, dahası Amerika da artık rağbet görmeyen kokuşmuş teksas filmlerini takiben önümüze sunulur gayri ihtiyari izlerdik bizde. Öyle ki o yaşımızda bile gizli bir Mozart hayranıydık ki Pazar günleri Süpermen filminden önce yayına giren klasik müzik konserlerini bile izlerdik...
İçinde aktrislerin, sanatçıların boy gösterdiği, doyumsuz eğlencelerin altın kadehlerde sunulduğu o hayat bize çok ütopik gelirdi. Yabancıydı. Erişilmezdi...
Her çocuk gibi ben de en çok bayram sabahlarını severdim. Devlet memuru olan babamın bir kuru maaşla nasıl olup ta dokuz kardeşimle birlikte bizlere kolay bir geçim sağlayabildiğini, kimseye muhtaç etmediğini hala anlayabilmiş değilim...
Bayram arifesi kasabaya iner, kıyafetlerimizi bir tamam alır, karınca kaderince hepimizin gönlünü yapmaya çalışırdı.
Çocukluğuma bayram sabahı burukluğunu yaşatmayan babamı hep hayırla anıyorum...
Çok iyi hatırlıyorum. Babam görevli olduğu camiyi ancak bayram namazlarında doldurabiliyordu... Vakit namazlarında ise şimdiler de Hakkın rahmetine kavuşmuş olan Hasan Ağa dede, Kerme Hasan lakaplı başka biri, keyfim gıcırında olduğunda ise müezzin olarak dördüncü adam ben oluyordum. Eğer adamdan sayar idiyseler.
Bayram namazı çıkışı büyükçe bir halka oluşturan cemaat birbiriyle bayramlaşmadan kimse cami avlusundan ayrılmaz ve pek çoğu o anı yaşayabilmek için koca şehirlerden köylerine akın ederdi...
Evimiz camiye bitişik bir binanın ikinci katında idi. Ev sahibi olarak bayram sabahı zorlukla taşıyabildiğim bir tepsi içindeki şekerleri kalabalığa ben ikram ederdim.
Çoğu beni severdi. Şeker taksimi bittikten sonra ise tepsinin şekerden boşalan yeri paralarla dolu olarak evin yolunu tutardım...
Yaz tatili tam bir iş zamanına denk geliyordu. En çok pancar çapası yaptığımı hatırlıyorum...Köylü kızları, nihayetsiz porsuk ovası, kavuran yaz sıcağı…
Güler Abla vardı o zamanlar. Köyün Karakolunda görev yapan askere gönül vermiş güzel bir kızdı. Asker terhis olup sırra kadem basınca da , karnında bebesiyle kendir urganı boğazına geçirip canına kıymıştı Güler abla...
Alev gibi bir sevdanın bahtsız güzeliydi... Hırpalanmış bir onurla ortada bırakılmıştı.Saf ve sade bir aşkın o unutulmaz yarası hala konuşulur. Ah o kara sevda dedikleri şey ne hayatlar karartıyor ...
Ben çocuktum. O ise peri kızları kadar güzel, deniz mavisi gözleriyle alımlımı alımlı sarışın bir Boşnak kızıydı...Pancar çapasına giderdik, yanık türküler söylerdim o ise derin derin iç çekerdi...
Ve her şey yani tüm iç karartan sıkıntılar benim türkülerim yanında onun yaktığı Maltepe sigarasının dumanıyla birlikte dağılıp giderdi.
Herkes iş derdinde idi, kim bilebilirdi o gün? Bir ahlat ağacının altında kurulmuş kahvaltı sofrasında sigarasını en derin efkarla çeken sarışının gönlünün bir yarısını ruhsuz bir askerde bıraktığını. Kim bilebilirdi o ıslak mavi bakışların sırrını. Uzaklara dalıp dalıp gidişinin yıkılan bir gönlün duyulamayan feryadı olduğunu? Kim?...
Dedim ya küçüktüm...
Ve yüreğimde ihanete, koyup gitmeye, bir gönlü can evinden vurmaya yer yoktu...O yüreksiz bir askerdi. Belki de onu taştan bir kafes içinde göğsün de taşıyan bir asker... Yaşamın anlık zevklerden ibaret olduğu kanısına kapılmış kıt akıllı biriydi… Hiçte iyi kanaatler beslemedim onun için. Yıllar o olayı muamma olmaktan öteye götüremedi zaten.
Hiç unutmadım. O gülüş, o naz, o endam, o cilve en çok ona yakışıyordu oysa. O deniz rengi, ıslak bakışlar, nar içi dudaklarda inci gülüşler bir tazeye ancak bu kadar yakışabilirdi.
Basmane de ki yosmadan, yeni çamlık ta ki tülbentli kızlara Konak meydanını dolduran zerdali çiçekleri gibi alımlı, çalımlı, ince belli, dar giysili kızlardan, üzüm gözlü, pembe yanaklı, bir ceylan kadar ürkek köylü güzeline dek... Evet hiç biri dolduramadı onun yerini.
Bir aşk, bir güven, bir inanış, bir yürek yarası, sevdanın en sadesi ancak ona yakışıyordu.Ama ölümün böylesi ise ona hiç yakışmadı... hiç...
Adı bilinmeyen o asker mi?.. O benim kağıt gibi beyaz küçücük hafızam da ağzı salyalı, onursuz, ruhsuz, çirkef biri olarak kalmaktan öteye gidemedi...
25/03/2002 narlıdere-İzmir
Bu İçerik 328 Kez Görüntülendi