Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler
Degirmanın Muştuki
DEGİRMANIN MUŞTUKİ!!?
1968 yılının sonbahar mevsiminin artık sonları idi, kış gelmek üzere ve dağlara birkaç kez kar yağarak geliyorum haberini çoktan vermişti. Yani kış ha bastırdı ha bastıracak durumda idi. Artık bütün hasat toplanmış, odun çıra çekilmiş, hatta güz ekinleri de ekilmişti Kenan’ların. Babası Ali Dayı akşam yemeğinde oğlu Kenan’a;”oğul değirmenlik işimiz var, havalar iyice kışa dönmeden bir an önce halledelim, sen yukarı mahalledeki Dervişağagil’e git ve benim bolca selamımı söyle ve değirmende ikigün kadar işimiz var de ve müsaade iste.” Dedi.
Ali Dayı’ların arazileri değirmen yapımına müsait değildi, bu nedenle değirmenleri yoktu. O yıllarda Ali Dayı’ları köylerinde iki dere üzerinde kurulmuş 15 civarında değirmen vardı ve 360 haneden oluşan köyün değirmenlik ihtiyacı bu değirmenlerde görülürdü. Zaten herkesin değirmeninin olması mümkün de değildi, ayrıca gerekli de değildi. Öğle ya kimsenin kimseye ihtiyacı olmasa komşuluk nasıl olacaktı, insanlar nasıl yardımlaşacaklardı.
Ali Dayı’nın yaşı altmışını geçmiş, kızlarını evlendirmiş ve evli oğlu Kenan, gelini ve torunları ile tek bekar çocuğu askerlik çağına gelmiş Hüseyin’le beraber yaşıyordu. Tabii ki esas yoldaşı, sırdaşı ve gönüldeşi Hatice Teyze idi. Oğlu Kenan otuzlu yaşlarında olmakla beraber evin idaresi yine de Ali Dayı’nın elinde idi. İşlerin çekip çevrilmesinin planlanması Ali Dayı’ya aitti. O yıl bereketli geçmiş, mahsul iyi olmuştu ve ailenin rahat bir kış geçirme umutları vardı.
Ertesi gün, Kenan yukarı mahalledeki Dervişağagil’e gitti ve ailenin büyüğü Fettah amcasına babasının selamını söyledi, meramını anlattı, talebini iletti. Fettah Usta lakabına uygun bir kabiliyete sahip idi. Ağaç işçiliğinden iyi anlar ve o yıllarda samanı tahıldan ayırmak için kullanılan ve kol gücüyle çalışan, pervanelerden çıkan rüzgâr ile işlev gören tığ (saman) makineleri yapar satardı. Namı duyulmuştu, bu nedenle komşu köylerden, hatta ilçelerden bile müşterileri olurdu.
Fettah Usta, Ali Dayı’nın talebini ikilemedi, selamını muhabbetle aldı ve Kenan’a;”şu anda Hüsrev’ler değirmeni kullanıyor, herhalde bugün akşama doğru değirmen iner, git görüş, ondan teslim al, taşlarını baban dişesin, sen de arklara ve oluklara bak, temizle ve işinizi görün” dedi.
Kenan, evine geldi, durumu babasına iletti, talimatlarını alarak Dervişağagil’in değirmene gitti, Hüsrev Ağa ile görüştü, değirmenin ne zaman ineceğini sordu. Hüsrev Ağa, “bu son sefer, haro yarıya kadar dolu, iki saat civarında sürer, eğer su kesilmez, bir sorun olmaz ise sen akşamüzeri saat beş gibi gel” dedi.
Kenan hızla eve döndü, hava kararmadan, değirmene gidecek buğday, arpa ve mısır çuvallarını hazırladılar babası ve annesiyle, bir taraftan da kardeşi Hüseyin’e öküzleri ahırdan çıkarması, kağnıyı hazırlaması talimatı verildi.
Hüseyin gençti. Askerlik çağına yeni gelmişti, yatılı bir okul kazanamadığı ve Ali Dayı da İlçede ev tutamadığı için ilkokuldan sonra okuyamamıştı. Evde ailesinin geçimine yardım ediyor, köyde her ne iş varsa yapıyordu, çobanlık, biçim, yığım, ahır temizleme, odun çıra tedariki, çift sürme, harman işi vs. Hüseyin bu işleri yaparken babası öğretmen olan komşusunun kızı Elif’e çocukluktan beri vurgundu. Vurgunluğu ilk aşamada, memur çocuğu olan Elif’in, kendisinden daha düzenli giyim kuşamına, konuşma düzgünlüğü ve letafetine idi aşktan ziyade tabii ki bir çocuk için başkası da beklenemezdi elbet. Ama ikisi de ergenlik çağına geldiklerinde bu ilgileri artık karşılıklı aşka dönmüştü. Hüseyin, Elif’i sürekli olarak adeta göz ucu ile takip eder, O’nu gördüğünde, sesini duyduğunda heyecanlanır, adeta içi kıpır kıpır olurdu. Öğretmen olan Elif’in babası, o yıllarda komşu köylerden birisinde görevli olduğundan sadece hafta sonları evlerine gelirler ve bu nedenle okullar açık olduğunda Hüseyin de hafta sonunu iple çekerdi.
Hüseyin ile Elif’in sevdaları adeta uzaktan uzağa, bakışma, işmar şeklinde yaşanıyordu. Kesinlikle bir arada bulunmaz, buluşmaz ve solukları birbirine ulaşmazdı. Hem ortamları, hem de yapıları buna müsait değildi zaten. Çoğu kez uzaktan göz temasından bile kaçınırlardı bir mahcubiyet edasıyla. Ama birbirlerine komşu evlerde yaşamaları, köydeki arazilerinin komşuluğu nedeniyle iş çevrelerinin de birlikteliği, balkonlara çıkınca birbirlerini görebilmeleri ve seslerini duyabilmeleri onların karşılıklı mutlu olmasına yetiyordu. Günde birkaç kez birbirlerini göremediklerinde, seslerini duyamadıklarında ne kadar özlüyorlardı. Kaldı ki, Elif’in komşu köye dört beş gün gurbete gitmesi onlara oldukça ağır geliyordu.
Hüseyin, babası ve ağabeyinden aldığı talimatla hemen fırladı, önce harmana çıkıp kağnı arabasına çeki düzen verdi. Boyunduruğa kayışı bağladı, dayakladı ve arabayı yüklemeye hazır hale getirdi. Bu işleri yaptığı gün Cuma akşam saatleri olduğundan bir taraftan da sevgilisi Elif’in komşu köyden gelmiş olma umuduyla harmanlarından Elif’lerin balkonundaki her harekete dikkat kesiliyor ve heyecanla bakıyordu. Tam bunları içinden geçirirken komşu evin divanhane denilen yerinden balkona açılan tahta kapının gıcırtısını duydu. Hüseyin hemen sanki kimse kendisine dokunmuşçasına bir refleks göstererek kimdir, nedir diye baktığında nazenin bakışlı, hoş gülüştü, mahçup edalı Elif ile göz göze geldi. Kaçamakça bakıştılar ve adeta selamlaştılar. Bu bakışma Hüseyin’e ilaç gibi geldi, artık iki üç gün Elif’ini görebilecekti, yukarı mahalleye değirmenlik etmeye gitse de…
Ali Dayı, Hatice Teyze ve Kenan itina ile ambarlarında öğütülecek olan arpa, buğday ve mısırları çuvallara doldurdular, iki tane de davarcık hazırlandı bu amaçla. Büyük oğulları Kenan bir çuvalı sırtlanıp kağnıya yüklemek için harman yollanınca bir taraftan da Hüseyin’e “gel çuvalları taşımaya yardım et” diye ünledi. Hüseyin de daldığı hülyalardan sıyrılıp hemen ambara koştu ve böylece arabaya yüklediler öğütülecek tahıllarını. Öküzler getirilip koşuldu kağnıya, Ali Dayı da beraber olmak üzere değirmenin yolunu tuttular akşam karanlığı çökmeden köyün üzerine.
Ali Dayı, “hoo morkan, hoo alkan” diye seslendi çok sevdiği öküzlerine. Hüseyin öküzlerin önüne düştü, hem gidiyor hem de güya babasına fark ettirmeden Elif’lerin balkonu süzüyordu gözleriyle kaçamakça.
Hüseyin ile Elif’in bir birine yangın olduklarını hemen hemen her iki aileden de bilmeyen yok gibiydi. Ancak aralarındaki sevgi tomurcuğunu o kadar nazenin saklıyorlardı ki hiç kimse durumdan rahatsız da olmuyordu.
Hüseyin’in üç yıl kadar önce ölen babaannesi Emine nine daha otuzlu yaşlarında dul kalmış ve hayat mücadelesini beş yetim çocuğu ile birlikte vermek zorunda olmuştu uzun yıllar. Ara sıra özellikle Elif’in de ailesi olan komşularından sıkıntı çekmiş ve kendince zulüm görmüştü. Geçim zorluğunun had safhada hissedildiği 1950 öncesi yıllarda komşuları, dul kalan Emine kadının hudut komşuları oldukları tarlalarından, çayır, bahçe ve hatta kapı bacadan arazi kapma hevesini saklamamışlar ve zaman zaman da uygulamışlardı. Bu nedenledir ki Emine nine ölünceye kadar o aileye karşı hiç affedici olamamış ve çektiği sıkıntıları hatırladıkça burnunun direği sızlar olmuştu. Çok sevdiği torunu Hüseyin’in Elif’e yangınlığını ilk anladığında hemen tepki göstermiş ve aile büyüklerinin bulunduğu bir ortamda durumu açık etmeden sadece ortaya konuşuyormuş gibi; “benim soyumdan bu komşu aileden kim kız alır verirse iki cihanda elim yakasında olsun” demişti. Elbette ninesini çok seven yıllarca birlikte kışlaya, yaylaya giden Hüseyin, bu duruş karşısında adeta şaşkına dönmüştü, ama henüz babaannesi sağken evlenme durumunda olmadığından konuyu güncel bulmamış ve adeta unutmayı tercih etmişti. Tercih etmesine etmişti ama ne zaman Elif ile aralarında ciddi bir karar alınması gereğini düşünse hemen ninesinin o kurşun gibi ağır sözü geliyor boğazına düğümleniyordu adeta.
Ali Dayı ve oğulları bir saatten az bir sürede değirmene ulaştılar. Ancak, kağnı arabası oldukça meyilli arazide kurulu olan değirmene kadar inemediği için gidebildiği son noktada durdurup, bağları çözerek yükleri indirdiler ve değirmene taşımaya başladılar.
Hüsrev Ağa da değirmendeki son işlerini yapıyor, un harosunu süpürüp son olarak öğütülen mısır ununu çuvallara dolduruyordu. Daha değirmene girer girmez Ali dayı ve oğullarının yüzüne ve burunlarına taze öğütülmüş hububatın hoş bir kokusu hücum etmişti azıcıkta tozumuş değirmenin içerisinde. Önce Hüsrev Ağa ile selamlaştılar, hal ve hatırdan sonra Ali Dayı Hüseyin’e değirmenin suyunu kesmesini ve hava kararmadan arkları ve olukları hızla suyun başına doğru giderek kontrol etmesini söyledi. Öğle ya değirmenin çarkı dönerken değirmen taşını dişeme imkanı olmayacağına göre önce değirmenin durdurulması gerekirdi. Hüseyin hemen kodun başına gitti, savakın önünden oluğa suyu kesecek tampon ağaç takozu indirdi ve çarkı durdurdu.
Ali Dayı, Kenan’ın da yardımıyla üstteki hareketli değirmen taşını kaldırdı ve taşları değirmen tarağı ile dişeyerek öğütme işini kolaylaştırmak için keskin duruma getirmeye başladı. Diğer taraftan Kenan kendilerinin öğütülecek hububatının taşınmasını tamamlarken Hüsrev Ağa’nın unlarını da atına yüklemeye yardım ederek yolcu etti. Hüseyin ark ve olukları kontrol ettikten sonra değirmene geldi ve O’na öküzleri arabayla geri götürmesini ve akşam yemek için evden bir şeyler getirmesini, gelirken atı da getirmesini söylediler. Hüseyin gece iyice bastırmadan sevgilisi Elif’i gündüz gözüyle bir daha görme umudu ile sevincini belli etmeden hemen fırladı ve evine döndüğünde Elif’in akşamın dışarıda yapılacak son işlerini yapmak bahanesi ile balkonlarında oyalandığını görünce tekrar bakışıp uzaktan uzağa akşam muhabbeti ettiler adeta içten içe.
Ali Dayı değirmen taşlarını dişeme işini tamamlayınca oğlu Kenan’a, “oğul sen, önce fenerin fitilini yak, buğdaydan yeteri kadar haroya doldur, ben namazımı kılayım, sonra git suyu bırak değirmen dönsün, ben de unu kontrol eder değirmenin denini ayarlarım” dedi. Kenan söyleneni yaptı, fenerin üzerindeki un tozlarını temizledi, fitilini ateşledi, ortalık biraz aydınlandı, buğday çuvalını haroya boşalttı, boşaltmadan önce haronun altındaki küçük oluğu ve çakçakayı iyice kaldırarak buğdayın henüz hareketsiz durumda olan değirmen taşlarının arasına akmasını engelledi. Sonra babasının namazını bitirdiğini görünce hemen gidip kodun başındaki oluktan tahta bariyeri kaldırdı ve suyun hızla koddan inip bir hışımla muştuktan fırlayarak değirmen çarklarının dönmesini sağladı. Ali dayı da değirmen taşları dönmeye başlayınca, harodan buğdayın akışını sağlamak için küçük aktarma oluğunu biraz salarak öğütme işlemini başlattı. Bir süre sonra un küreğini alarak öğünmüş unun, parmakları arasında incelik, kalınlık kontrolünü yaptı ve hazneden buğdayın iniş miktarını olması gerektiği gibi ayarladı.
Biraz sonra Hüseyin içeriye girdi. At ile gelmiş ve onlara yiyecek getirmişti. Gelirken iri çoban köpekleri Alabaş ta peşlerinden gelmişti. Değirmenin içerisindeki sekiye sofra bezini serdiler. Hatice Teyze’nin gönderdiği ceviz içli, kuymak içli, pekmezle karışık un içli ketelerden yiyip, erik koravasından içtiler. Ali Dayı, değirmende gece için Kenan’ın kalmasını söyledi. Hüseyin kalmak istese de Ali Dayı O’nu; gençtir, henüz tecrübesiz ve cahildir diye bırakmadı. Ali Dayı ata bindi ve Hüseyin de yanında eve dönerlerken, Kenan ise Alabaş ile değirmende kaldı.
Yolda gelirken Hüseyin bir taraftan da sevgilisi Elif’i düşünüyor ve askere gitmeden önce durumları hakkında bir karar vermesi hususunda kendisini baskı altında hissediyordu. Bir taraftan gönlüne söz geçiremiyor ve Elif’i yıllardır sevdiği için O’nunla hayatını birleştirmek isterken, diğer taraftan da babaannesinin sözü hemen aklına geliyor ve O’nu çok sevdiği, evlerinin şimdiki dirlik ve düzeninde hiçbir zaman inkar edilemeyecek emek ve fedakarlığı olduğu için Elif’lerin aileden kız alınıp verilmemesi yönündeki vasiyetine uyması gerektiğine inanıyordu. Uzun nefis muhasebelerinden ve değişik duygu gel gitlerinden sonra babaannesinin vasiyetine uymak zorunda hissetti kendisini ve askerlik öncesi babasından ve annesinden izin alarak adeta köyden kaçar gibi terk etmeyi ve Bursa’ya dayısının yanına gitmeyi koydu kafasına içi kan ağlayarak. Bu sevdalarının sonunda Elif’le evlenemeyeceklerini başka türlü bahaneler bularak mahalledeki bir aracı ile Elif’e ısmarlamayı da ihmal etmeyecekti Hüseyin.
Kenan değirmenin gidişatına ve unun durumuna bakarak bir ara dinlenmek için sekiye uzanmış ve azıcık içi geçmişti ki Alabaşın hırçınlaştığını değirmenin gürültüsü içerisinde zar zor duydu. Zira Alabaş ta hemen değirmenin ahşap balkonunda kapının önünde yatıyordu. Kenan hemen gaz fenerinin fitilini biraz daha yükseltip aydınlığı artırarak dışarı fırladı ki tam kapıyı çıkarken değirmenin çarkının durduğunu anladı. Yerinden fırlamış olan Alabaşın peşinden değirmenin koduna doğru giderek ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kodun başından değirmenin oluğunun taştığını anladı. Diğer taraftan Alabaşın da havlayarak değirmenden uzaklaştığını hissetti. Mutlaka bir durum vardı ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kırma tüfeğini de yanına almıştı, ancak değirmeni tekrar faaliyete sokmalı idi. Önce kodun başına çıktı, koda su getiren en son oluğun biraz yerinden oynadığını, koda su ile gelen çalı, çırpı, yaprak ve güz meyvelerinden arta kalanların gidip muştuki tıkamaması için konulan ve savak diye anılan ağaç ızgara süzgecin de yerinden oynadığını gördü. Tekrar aşağıya domuzluğa indi ve muştukun tıkandığını, dışarıya çok az miktarda su çıktığı anlayınca yerinden söktü ve muştuku elma ve cevizlerin tıkadığını anladı. Gereken temizliği yaptı. Muştuki tekrar yerine taktı, sıkıştırdı. Kodun başına çıkarak olukları düzeltti. Suyun tekrar koda inmesini ve değirmenin çalışmasını sağladı.
Kenan bunları yaparken Alabaş ta yanına gelmişti. İyice yorulan Kenan değirmene girip tekrar buğday akışı ve un çıkışını kontrol etti. Her şeyin normal olduğunu anlayınca biraz daha uyudu. Sabah olunca inmekte olan değirmenin tahılını tekrar doldurdu. Hava ışıyınca geceden ne olduğunu anlamak için kodun başına gitti. Orada iri bir ayıya ait ayak izleri gördü. Durumun ne olduğunu düşünürken, henüz kış uykusuna yatmamış ve karnını doyurmakta zorlanan ayının, yiyecek ararken değirmenin en son oluğundan koda su akmadan önce konulmuş savakta toplanan meyve artıklarını yemek için oluğu bozduğunu düşündü. Nedense gece Alabaş ve tüfeği de olunca korkmamıştı. Onlar için köylerinde sıkça karşılaşılabilen adi vaka idi olan.
Ali Dayı’lar o yılda değirmenlik ihtiyaçlarını gördüler, Fettah Usta’ya minnetlerini bildirip değirmeni gelen başka bir komşularına teslim edip unlarını evlerine getirerek gurbete gitmesine gönülsüzce izin verdikleri oğulları Hüseyin ve akrabalarının hasreti ile bir kışı daha geçirdiler sağ ve salim olarak…
Meraklısı için su değirmeninin kısa anlatımı:
Değirmen değince akla önce öğütme işi gelir. Mecazi olarak ise, ömür tüketen, zaman öğüten gibi anlamlara da gelebiliyor değirmen hububat öğütmenin yanında. Elbette ki değirmenin asli fonksiyonu, mısır, arpa, buğday ve benzeri tahıl ürünlerini öğütmektir.
Değirmen derken su gücüyle çalışanından bahsedeceğiz, yoksa bir düğmeye basılınca çalışabilen, sokağın başında veya köyün en kolay ulaşılabilir, motorlu taşıtla yük indirilip bindirilebilen elektrikle çalışabileninden değil şüphesiz.
Bilenlerimiz için malum olduğu üzere, değirmenin su gücü ile çalışabilmesi için öncelikle yeterli miktarda ve sürekliliği olan akarsu olmasın gerekir doğal olarak. Elbette ki sadece su olması da yeterli değil, buna ilaveten suyun düşüşünü sağlayacak bir kot, yükseklik farkı olan yer gereklidir.
Bu kısa bilgileri vermek faydalı olur ümidindeyiz, zira suyla çalışan değirmen görmemiş yeni nesil gençlerimiz çocuklarımız vardır şüphesiz. Onlar için ekmek, ya apartman görevlisinin getirip kapıdan verdiği, ya da mahalle bakkalı, büfesi ya da alışveriş merkezinin unlu mamuller reyonundan kolaylıkla alınabilen bir temel tüketim maddesidir.
Bu cümleden olarak, değirmene güç verecek su kaynağı hemen değirmenin kurulabileceği alanda olmayacağından suyun bulunduğu doğal akağından bir kanala alınıp, toprak arkla geçilemeyecek yerlerde ağaçtan oyulma oluklarla aktarılıp değirmenin başına getirilmelidir. Bununla da iş bitmez tabiî ki. En az 6-7 metrelik dikey düşüş sağlamak için 9-10 metre uzunluğunda orijinali çok iri köknar veya çam ağacından oyulmuş ‘kod’ denen kapalı su aktarma gerecine açık olukla gelen su verilmelidir. 45-50 derece eğimli kodun içine salınan su, kodun en düşük seviyesindeki çıkış noktasına büyük bir baskı oluşturur ve iyice daraltılmış, ince delikli, ahşap aparat (muştuk)tan hızla dışarıya fışkırır. Bu noktada artık güçlü bir itme kuvveti oluşmuştur. Çıkış noktasında yatay durumda olup bu enerji dikey durumda dizayn edilmiş ve asıl hububat öğütme işlevini yerine getirecek 40-50 kilogramlık değirmen taşına aktarmak gerekir ki bunu da muştukun hemen önüne konuşlandırılmış dikey durumda ki üst noktasında değirmen taşının ana merkezine kadar uzanıp arki adı verilen demir aparatla üst değirmen taşını hareket ettirecek, en alt tarafında ise suyun çarpma kuvvetiyle kendi ekseni etrafında hızla dönmeyi sağlayacak ahşaptan imal edilmiş 10-12 kanat (pervane) bulunan gövdesi de ağaç borbal adı verilen bir çark olmalıdır.
Koddan hızla aşağıya düşen ve bir hışımla muştuktan dışarıya püsküren su, hemen karşısındaki çarkın kanatlarına çarparak çarkın hızla kendi ekseni etrafında dönmesini sağlar ve bu çarkın en üst noktasında ilintili olduğu değirmen taşını kendi ekseninde yatay olarak çevirerek dönen taşın altında sabit durumda olan aynı çaptaki taşla arasında bulunan arpa, buğday ve mısırları öğütür.
Belki malumat furuşluk yapmış oluyoruz ama bilgi aktarımında bir sakınca olmayacağı düşüncesinden hareket etmekteyiz. Bu nedenle hoş görüleceğini ummaktayız. Değirmenin içindeki dizaynı da kısaca şöyle anlatabiliriz. Öğütülecek tahılı, biri hareketli biri sabit iki değirmen taşının arasına aktarmak için önce bir depolama haznesi bulunur ve buna da haro denir. Haro ters piramit biçiminde olup alt tarafında hububatın çıkışını sağlayacak bir açıklık bulunur. Bu çıkış noktasının altını hemen kavrayacak şekilde küçük bir tekneyi andıran oluk biçimli ahşap hazne yerleştirilmiştir. Bu hazne yan tarafta bir direğe tutturulmuş olup haznenin yanından çakçaka adı verilen bir tokmak asılır ve tokmağın bir ucu dönen değirmen taşının üzerine temas ettirilerek taş döndükçe hareket etmesi ve hareket ettikçe de ters pramit biçimindeki haronun altındaki küçük oluk biçimli tekneden, öğütülecek hububatın değirmen taşları arasına akışını ayarlar. Değirmen işini kontrol eden kişi, küçük teknenin açısını, yanındaki aparata bağlı olan ince urgan ipini gerdirip veya gevşeterek oluk şeklindeki ayarlayabilir ve böylece öğütülmüş hububatı parmakları ile incelik, kalınlık kontrolünden geçirerek buna göre hazneden değirmen taşlarının öğütme alanına akacak hububatın akış hız ve miktarını ayarlayabilir.
Öğütülen hububat artık un olarak değirmen taşlarının hemen önündeki dikdörtgen şeklindeki hazneye birikir, ara sıra unun aktığı yerde birikenler haroya yayılarak dışarıya taşması önlenir ve daha fazla birikince de çuvallanarak kaldırılır ve böyle değirmenlik yapılmış olur.
Memleketimde değirmencilik, istisnaları olmakla beraber genellikle sonbahar ve ilkbahar aylarında yapılırdı. Çünkü sonbaharda mahsul yeni kaldırılmış olurdu haliyle kışa hazırlık yapılması gerekirdi. Aynı zamanda hem sonbaharda hem de ilkbaharda değirmen için gereken suların bol olduğu zamanlardı.
Kibar ALTUNAL (Cevizli-Tibet)
Sağlık Bakanlığı Başmüfettişi
Danışman
1968 yılının sonbahar mevsiminin artık sonları idi, kış gelmek üzere ve dağlara birkaç kez kar yağarak geliyorum haberini çoktan vermişti. Yani kış ha bastırdı ha bastıracak durumda idi. Artık bütün hasat toplanmış, odun çıra çekilmiş, hatta güz ekinleri de ekilmişti Kenan’ların. Babası Ali Dayı akşam yemeğinde oğlu Kenan’a;”oğul değirmenlik işimiz var, havalar iyice kışa dönmeden bir an önce halledelim, sen yukarı mahalledeki Dervişağagil’e git ve benim bolca selamımı söyle ve değirmende ikigün kadar işimiz var de ve müsaade iste.” Dedi.
Ali Dayı’ların arazileri değirmen yapımına müsait değildi, bu nedenle değirmenleri yoktu. O yıllarda Ali Dayı’ları köylerinde iki dere üzerinde kurulmuş 15 civarında değirmen vardı ve 360 haneden oluşan köyün değirmenlik ihtiyacı bu değirmenlerde görülürdü. Zaten herkesin değirmeninin olması mümkün de değildi, ayrıca gerekli de değildi. Öğle ya kimsenin kimseye ihtiyacı olmasa komşuluk nasıl olacaktı, insanlar nasıl yardımlaşacaklardı.
Ali Dayı’nın yaşı altmışını geçmiş, kızlarını evlendirmiş ve evli oğlu Kenan, gelini ve torunları ile tek bekar çocuğu askerlik çağına gelmiş Hüseyin’le beraber yaşıyordu. Tabii ki esas yoldaşı, sırdaşı ve gönüldeşi Hatice Teyze idi. Oğlu Kenan otuzlu yaşlarında olmakla beraber evin idaresi yine de Ali Dayı’nın elinde idi. İşlerin çekip çevrilmesinin planlanması Ali Dayı’ya aitti. O yıl bereketli geçmiş, mahsul iyi olmuştu ve ailenin rahat bir kış geçirme umutları vardı.
Ertesi gün, Kenan yukarı mahalledeki Dervişağagil’e gitti ve ailenin büyüğü Fettah amcasına babasının selamını söyledi, meramını anlattı, talebini iletti. Fettah Usta lakabına uygun bir kabiliyete sahip idi. Ağaç işçiliğinden iyi anlar ve o yıllarda samanı tahıldan ayırmak için kullanılan ve kol gücüyle çalışan, pervanelerden çıkan rüzgâr ile işlev gören tığ (saman) makineleri yapar satardı. Namı duyulmuştu, bu nedenle komşu köylerden, hatta ilçelerden bile müşterileri olurdu.
Fettah Usta, Ali Dayı’nın talebini ikilemedi, selamını muhabbetle aldı ve Kenan’a;”şu anda Hüsrev’ler değirmeni kullanıyor, herhalde bugün akşama doğru değirmen iner, git görüş, ondan teslim al, taşlarını baban dişesin, sen de arklara ve oluklara bak, temizle ve işinizi görün” dedi.
Kenan, evine geldi, durumu babasına iletti, talimatlarını alarak Dervişağagil’in değirmene gitti, Hüsrev Ağa ile görüştü, değirmenin ne zaman ineceğini sordu. Hüsrev Ağa, “bu son sefer, haro yarıya kadar dolu, iki saat civarında sürer, eğer su kesilmez, bir sorun olmaz ise sen akşamüzeri saat beş gibi gel” dedi.
Kenan hızla eve döndü, hava kararmadan, değirmene gidecek buğday, arpa ve mısır çuvallarını hazırladılar babası ve annesiyle, bir taraftan da kardeşi Hüseyin’e öküzleri ahırdan çıkarması, kağnıyı hazırlaması talimatı verildi.
Hüseyin gençti. Askerlik çağına yeni gelmişti, yatılı bir okul kazanamadığı ve Ali Dayı da İlçede ev tutamadığı için ilkokuldan sonra okuyamamıştı. Evde ailesinin geçimine yardım ediyor, köyde her ne iş varsa yapıyordu, çobanlık, biçim, yığım, ahır temizleme, odun çıra tedariki, çift sürme, harman işi vs. Hüseyin bu işleri yaparken babası öğretmen olan komşusunun kızı Elif’e çocukluktan beri vurgundu. Vurgunluğu ilk aşamada, memur çocuğu olan Elif’in, kendisinden daha düzenli giyim kuşamına, konuşma düzgünlüğü ve letafetine idi aşktan ziyade tabii ki bir çocuk için başkası da beklenemezdi elbet. Ama ikisi de ergenlik çağına geldiklerinde bu ilgileri artık karşılıklı aşka dönmüştü. Hüseyin, Elif’i sürekli olarak adeta göz ucu ile takip eder, O’nu gördüğünde, sesini duyduğunda heyecanlanır, adeta içi kıpır kıpır olurdu. Öğretmen olan Elif’in babası, o yıllarda komşu köylerden birisinde görevli olduğundan sadece hafta sonları evlerine gelirler ve bu nedenle okullar açık olduğunda Hüseyin de hafta sonunu iple çekerdi.
Hüseyin ile Elif’in sevdaları adeta uzaktan uzağa, bakışma, işmar şeklinde yaşanıyordu. Kesinlikle bir arada bulunmaz, buluşmaz ve solukları birbirine ulaşmazdı. Hem ortamları, hem de yapıları buna müsait değildi zaten. Çoğu kez uzaktan göz temasından bile kaçınırlardı bir mahcubiyet edasıyla. Ama birbirlerine komşu evlerde yaşamaları, köydeki arazilerinin komşuluğu nedeniyle iş çevrelerinin de birlikteliği, balkonlara çıkınca birbirlerini görebilmeleri ve seslerini duyabilmeleri onların karşılıklı mutlu olmasına yetiyordu. Günde birkaç kez birbirlerini göremediklerinde, seslerini duyamadıklarında ne kadar özlüyorlardı. Kaldı ki, Elif’in komşu köye dört beş gün gurbete gitmesi onlara oldukça ağır geliyordu.
Hüseyin, babası ve ağabeyinden aldığı talimatla hemen fırladı, önce harmana çıkıp kağnı arabasına çeki düzen verdi. Boyunduruğa kayışı bağladı, dayakladı ve arabayı yüklemeye hazır hale getirdi. Bu işleri yaptığı gün Cuma akşam saatleri olduğundan bir taraftan da sevgilisi Elif’in komşu köyden gelmiş olma umuduyla harmanlarından Elif’lerin balkonundaki her harekete dikkat kesiliyor ve heyecanla bakıyordu. Tam bunları içinden geçirirken komşu evin divanhane denilen yerinden balkona açılan tahta kapının gıcırtısını duydu. Hüseyin hemen sanki kimse kendisine dokunmuşçasına bir refleks göstererek kimdir, nedir diye baktığında nazenin bakışlı, hoş gülüştü, mahçup edalı Elif ile göz göze geldi. Kaçamakça bakıştılar ve adeta selamlaştılar. Bu bakışma Hüseyin’e ilaç gibi geldi, artık iki üç gün Elif’ini görebilecekti, yukarı mahalleye değirmenlik etmeye gitse de…
Ali Dayı, Hatice Teyze ve Kenan itina ile ambarlarında öğütülecek olan arpa, buğday ve mısırları çuvallara doldurdular, iki tane de davarcık hazırlandı bu amaçla. Büyük oğulları Kenan bir çuvalı sırtlanıp kağnıya yüklemek için harman yollanınca bir taraftan da Hüseyin’e “gel çuvalları taşımaya yardım et” diye ünledi. Hüseyin de daldığı hülyalardan sıyrılıp hemen ambara koştu ve böylece arabaya yüklediler öğütülecek tahıllarını. Öküzler getirilip koşuldu kağnıya, Ali Dayı da beraber olmak üzere değirmenin yolunu tuttular akşam karanlığı çökmeden köyün üzerine.
Ali Dayı, “hoo morkan, hoo alkan” diye seslendi çok sevdiği öküzlerine. Hüseyin öküzlerin önüne düştü, hem gidiyor hem de güya babasına fark ettirmeden Elif’lerin balkonu süzüyordu gözleriyle kaçamakça.
Hüseyin ile Elif’in bir birine yangın olduklarını hemen hemen her iki aileden de bilmeyen yok gibiydi. Ancak aralarındaki sevgi tomurcuğunu o kadar nazenin saklıyorlardı ki hiç kimse durumdan rahatsız da olmuyordu.
Hüseyin’in üç yıl kadar önce ölen babaannesi Emine nine daha otuzlu yaşlarında dul kalmış ve hayat mücadelesini beş yetim çocuğu ile birlikte vermek zorunda olmuştu uzun yıllar. Ara sıra özellikle Elif’in de ailesi olan komşularından sıkıntı çekmiş ve kendince zulüm görmüştü. Geçim zorluğunun had safhada hissedildiği 1950 öncesi yıllarda komşuları, dul kalan Emine kadının hudut komşuları oldukları tarlalarından, çayır, bahçe ve hatta kapı bacadan arazi kapma hevesini saklamamışlar ve zaman zaman da uygulamışlardı. Bu nedenledir ki Emine nine ölünceye kadar o aileye karşı hiç affedici olamamış ve çektiği sıkıntıları hatırladıkça burnunun direği sızlar olmuştu. Çok sevdiği torunu Hüseyin’in Elif’e yangınlığını ilk anladığında hemen tepki göstermiş ve aile büyüklerinin bulunduğu bir ortamda durumu açık etmeden sadece ortaya konuşuyormuş gibi; “benim soyumdan bu komşu aileden kim kız alır verirse iki cihanda elim yakasında olsun” demişti. Elbette ninesini çok seven yıllarca birlikte kışlaya, yaylaya giden Hüseyin, bu duruş karşısında adeta şaşkına dönmüştü, ama henüz babaannesi sağken evlenme durumunda olmadığından konuyu güncel bulmamış ve adeta unutmayı tercih etmişti. Tercih etmesine etmişti ama ne zaman Elif ile aralarında ciddi bir karar alınması gereğini düşünse hemen ninesinin o kurşun gibi ağır sözü geliyor boğazına düğümleniyordu adeta.
Ali Dayı ve oğulları bir saatten az bir sürede değirmene ulaştılar. Ancak, kağnı arabası oldukça meyilli arazide kurulu olan değirmene kadar inemediği için gidebildiği son noktada durdurup, bağları çözerek yükleri indirdiler ve değirmene taşımaya başladılar.
Hüsrev Ağa da değirmendeki son işlerini yapıyor, un harosunu süpürüp son olarak öğütülen mısır ununu çuvallara dolduruyordu. Daha değirmene girer girmez Ali dayı ve oğullarının yüzüne ve burunlarına taze öğütülmüş hububatın hoş bir kokusu hücum etmişti azıcıkta tozumuş değirmenin içerisinde. Önce Hüsrev Ağa ile selamlaştılar, hal ve hatırdan sonra Ali Dayı Hüseyin’e değirmenin suyunu kesmesini ve hava kararmadan arkları ve olukları hızla suyun başına doğru giderek kontrol etmesini söyledi. Öğle ya değirmenin çarkı dönerken değirmen taşını dişeme imkanı olmayacağına göre önce değirmenin durdurulması gerekirdi. Hüseyin hemen kodun başına gitti, savakın önünden oluğa suyu kesecek tampon ağaç takozu indirdi ve çarkı durdurdu.
Ali Dayı, Kenan’ın da yardımıyla üstteki hareketli değirmen taşını kaldırdı ve taşları değirmen tarağı ile dişeyerek öğütme işini kolaylaştırmak için keskin duruma getirmeye başladı. Diğer taraftan Kenan kendilerinin öğütülecek hububatının taşınmasını tamamlarken Hüsrev Ağa’nın unlarını da atına yüklemeye yardım ederek yolcu etti. Hüseyin ark ve olukları kontrol ettikten sonra değirmene geldi ve O’na öküzleri arabayla geri götürmesini ve akşam yemek için evden bir şeyler getirmesini, gelirken atı da getirmesini söylediler. Hüseyin gece iyice bastırmadan sevgilisi Elif’i gündüz gözüyle bir daha görme umudu ile sevincini belli etmeden hemen fırladı ve evine döndüğünde Elif’in akşamın dışarıda yapılacak son işlerini yapmak bahanesi ile balkonlarında oyalandığını görünce tekrar bakışıp uzaktan uzağa akşam muhabbeti ettiler adeta içten içe.
Ali Dayı değirmen taşlarını dişeme işini tamamlayınca oğlu Kenan’a, “oğul sen, önce fenerin fitilini yak, buğdaydan yeteri kadar haroya doldur, ben namazımı kılayım, sonra git suyu bırak değirmen dönsün, ben de unu kontrol eder değirmenin denini ayarlarım” dedi. Kenan söyleneni yaptı, fenerin üzerindeki un tozlarını temizledi, fitilini ateşledi, ortalık biraz aydınlandı, buğday çuvalını haroya boşalttı, boşaltmadan önce haronun altındaki küçük oluğu ve çakçakayı iyice kaldırarak buğdayın henüz hareketsiz durumda olan değirmen taşlarının arasına akmasını engelledi. Sonra babasının namazını bitirdiğini görünce hemen gidip kodun başındaki oluktan tahta bariyeri kaldırdı ve suyun hızla koddan inip bir hışımla muştuktan fırlayarak değirmen çarklarının dönmesini sağladı. Ali dayı da değirmen taşları dönmeye başlayınca, harodan buğdayın akışını sağlamak için küçük aktarma oluğunu biraz salarak öğütme işlemini başlattı. Bir süre sonra un küreğini alarak öğünmüş unun, parmakları arasında incelik, kalınlık kontrolünü yaptı ve hazneden buğdayın iniş miktarını olması gerektiği gibi ayarladı.
Biraz sonra Hüseyin içeriye girdi. At ile gelmiş ve onlara yiyecek getirmişti. Gelirken iri çoban köpekleri Alabaş ta peşlerinden gelmişti. Değirmenin içerisindeki sekiye sofra bezini serdiler. Hatice Teyze’nin gönderdiği ceviz içli, kuymak içli, pekmezle karışık un içli ketelerden yiyip, erik koravasından içtiler. Ali Dayı, değirmende gece için Kenan’ın kalmasını söyledi. Hüseyin kalmak istese de Ali Dayı O’nu; gençtir, henüz tecrübesiz ve cahildir diye bırakmadı. Ali Dayı ata bindi ve Hüseyin de yanında eve dönerlerken, Kenan ise Alabaş ile değirmende kaldı.
Yolda gelirken Hüseyin bir taraftan da sevgilisi Elif’i düşünüyor ve askere gitmeden önce durumları hakkında bir karar vermesi hususunda kendisini baskı altında hissediyordu. Bir taraftan gönlüne söz geçiremiyor ve Elif’i yıllardır sevdiği için O’nunla hayatını birleştirmek isterken, diğer taraftan da babaannesinin sözü hemen aklına geliyor ve O’nu çok sevdiği, evlerinin şimdiki dirlik ve düzeninde hiçbir zaman inkar edilemeyecek emek ve fedakarlığı olduğu için Elif’lerin aileden kız alınıp verilmemesi yönündeki vasiyetine uyması gerektiğine inanıyordu. Uzun nefis muhasebelerinden ve değişik duygu gel gitlerinden sonra babaannesinin vasiyetine uymak zorunda hissetti kendisini ve askerlik öncesi babasından ve annesinden izin alarak adeta köyden kaçar gibi terk etmeyi ve Bursa’ya dayısının yanına gitmeyi koydu kafasına içi kan ağlayarak. Bu sevdalarının sonunda Elif’le evlenemeyeceklerini başka türlü bahaneler bularak mahalledeki bir aracı ile Elif’e ısmarlamayı da ihmal etmeyecekti Hüseyin.
Kenan değirmenin gidişatına ve unun durumuna bakarak bir ara dinlenmek için sekiye uzanmış ve azıcık içi geçmişti ki Alabaşın hırçınlaştığını değirmenin gürültüsü içerisinde zar zor duydu. Zira Alabaş ta hemen değirmenin ahşap balkonunda kapının önünde yatıyordu. Kenan hemen gaz fenerinin fitilini biraz daha yükseltip aydınlığı artırarak dışarı fırladı ki tam kapıyı çıkarken değirmenin çarkının durduğunu anladı. Yerinden fırlamış olan Alabaşın peşinden değirmenin koduna doğru giderek ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kodun başından değirmenin oluğunun taştığını anladı. Diğer taraftan Alabaşın da havlayarak değirmenden uzaklaştığını hissetti. Mutlaka bir durum vardı ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kırma tüfeğini de yanına almıştı, ancak değirmeni tekrar faaliyete sokmalı idi. Önce kodun başına çıktı, koda su getiren en son oluğun biraz yerinden oynadığını, koda su ile gelen çalı, çırpı, yaprak ve güz meyvelerinden arta kalanların gidip muştuki tıkamaması için konulan ve savak diye anılan ağaç ızgara süzgecin de yerinden oynadığını gördü. Tekrar aşağıya domuzluğa indi ve muştukun tıkandığını, dışarıya çok az miktarda su çıktığı anlayınca yerinden söktü ve muştuku elma ve cevizlerin tıkadığını anladı. Gereken temizliği yaptı. Muştuki tekrar yerine taktı, sıkıştırdı. Kodun başına çıkarak olukları düzeltti. Suyun tekrar koda inmesini ve değirmenin çalışmasını sağladı.
Kenan bunları yaparken Alabaş ta yanına gelmişti. İyice yorulan Kenan değirmene girip tekrar buğday akışı ve un çıkışını kontrol etti. Her şeyin normal olduğunu anlayınca biraz daha uyudu. Sabah olunca inmekte olan değirmenin tahılını tekrar doldurdu. Hava ışıyınca geceden ne olduğunu anlamak için kodun başına gitti. Orada iri bir ayıya ait ayak izleri gördü. Durumun ne olduğunu düşünürken, henüz kış uykusuna yatmamış ve karnını doyurmakta zorlanan ayının, yiyecek ararken değirmenin en son oluğundan koda su akmadan önce konulmuş savakta toplanan meyve artıklarını yemek için oluğu bozduğunu düşündü. Nedense gece Alabaş ve tüfeği de olunca korkmamıştı. Onlar için köylerinde sıkça karşılaşılabilen adi vaka idi olan.
Ali Dayı’lar o yılda değirmenlik ihtiyaçlarını gördüler, Fettah Usta’ya minnetlerini bildirip değirmeni gelen başka bir komşularına teslim edip unlarını evlerine getirerek gurbete gitmesine gönülsüzce izin verdikleri oğulları Hüseyin ve akrabalarının hasreti ile bir kışı daha geçirdiler sağ ve salim olarak…
Meraklısı için su değirmeninin kısa anlatımı:
Değirmen değince akla önce öğütme işi gelir. Mecazi olarak ise, ömür tüketen, zaman öğüten gibi anlamlara da gelebiliyor değirmen hububat öğütmenin yanında. Elbette ki değirmenin asli fonksiyonu, mısır, arpa, buğday ve benzeri tahıl ürünlerini öğütmektir.
Değirmen derken su gücüyle çalışanından bahsedeceğiz, yoksa bir düğmeye basılınca çalışabilen, sokağın başında veya köyün en kolay ulaşılabilir, motorlu taşıtla yük indirilip bindirilebilen elektrikle çalışabileninden değil şüphesiz.
Bilenlerimiz için malum olduğu üzere, değirmenin su gücü ile çalışabilmesi için öncelikle yeterli miktarda ve sürekliliği olan akarsu olmasın gerekir doğal olarak. Elbette ki sadece su olması da yeterli değil, buna ilaveten suyun düşüşünü sağlayacak bir kot, yükseklik farkı olan yer gereklidir.
Bu kısa bilgileri vermek faydalı olur ümidindeyiz, zira suyla çalışan değirmen görmemiş yeni nesil gençlerimiz çocuklarımız vardır şüphesiz. Onlar için ekmek, ya apartman görevlisinin getirip kapıdan verdiği, ya da mahalle bakkalı, büfesi ya da alışveriş merkezinin unlu mamuller reyonundan kolaylıkla alınabilen bir temel tüketim maddesidir.
Bu cümleden olarak, değirmene güç verecek su kaynağı hemen değirmenin kurulabileceği alanda olmayacağından suyun bulunduğu doğal akağından bir kanala alınıp, toprak arkla geçilemeyecek yerlerde ağaçtan oyulma oluklarla aktarılıp değirmenin başına getirilmelidir. Bununla da iş bitmez tabiî ki. En az 6-7 metrelik dikey düşüş sağlamak için 9-10 metre uzunluğunda orijinali çok iri köknar veya çam ağacından oyulmuş ‘kod’ denen kapalı su aktarma gerecine açık olukla gelen su verilmelidir. 45-50 derece eğimli kodun içine salınan su, kodun en düşük seviyesindeki çıkış noktasına büyük bir baskı oluşturur ve iyice daraltılmış, ince delikli, ahşap aparat (muştuk)tan hızla dışarıya fışkırır. Bu noktada artık güçlü bir itme kuvveti oluşmuştur. Çıkış noktasında yatay durumda olup bu enerji dikey durumda dizayn edilmiş ve asıl hububat öğütme işlevini yerine getirecek 40-50 kilogramlık değirmen taşına aktarmak gerekir ki bunu da muştukun hemen önüne konuşlandırılmış dikey durumda ki üst noktasında değirmen taşının ana merkezine kadar uzanıp arki adı verilen demir aparatla üst değirmen taşını hareket ettirecek, en alt tarafında ise suyun çarpma kuvvetiyle kendi ekseni etrafında hızla dönmeyi sağlayacak ahşaptan imal edilmiş 10-12 kanat (pervane) bulunan gövdesi de ağaç borbal adı verilen bir çark olmalıdır.
Koddan hızla aşağıya düşen ve bir hışımla muştuktan dışarıya püsküren su, hemen karşısındaki çarkın kanatlarına çarparak çarkın hızla kendi ekseni etrafında dönmesini sağlar ve bu çarkın en üst noktasında ilintili olduğu değirmen taşını kendi ekseninde yatay olarak çevirerek dönen taşın altında sabit durumda olan aynı çaptaki taşla arasında bulunan arpa, buğday ve mısırları öğütür.
Belki malumat furuşluk yapmış oluyoruz ama bilgi aktarımında bir sakınca olmayacağı düşüncesinden hareket etmekteyiz. Bu nedenle hoş görüleceğini ummaktayız. Değirmenin içindeki dizaynı da kısaca şöyle anlatabiliriz. Öğütülecek tahılı, biri hareketli biri sabit iki değirmen taşının arasına aktarmak için önce bir depolama haznesi bulunur ve buna da haro denir. Haro ters piramit biçiminde olup alt tarafında hububatın çıkışını sağlayacak bir açıklık bulunur. Bu çıkış noktasının altını hemen kavrayacak şekilde küçük bir tekneyi andıran oluk biçimli ahşap hazne yerleştirilmiştir. Bu hazne yan tarafta bir direğe tutturulmuş olup haznenin yanından çakçaka adı verilen bir tokmak asılır ve tokmağın bir ucu dönen değirmen taşının üzerine temas ettirilerek taş döndükçe hareket etmesi ve hareket ettikçe de ters pramit biçimindeki haronun altındaki küçük oluk biçimli tekneden, öğütülecek hububatın değirmen taşları arasına akışını ayarlar. Değirmen işini kontrol eden kişi, küçük teknenin açısını, yanındaki aparata bağlı olan ince urgan ipini gerdirip veya gevşeterek oluk şeklindeki ayarlayabilir ve böylece öğütülmüş hububatı parmakları ile incelik, kalınlık kontrolünden geçirerek buna göre hazneden değirmen taşlarının öğütme alanına akacak hububatın akış hız ve miktarını ayarlayabilir.
Öğütülen hububat artık un olarak değirmen taşlarının hemen önündeki dikdörtgen şeklindeki hazneye birikir, ara sıra unun aktığı yerde birikenler haroya yayılarak dışarıya taşması önlenir ve daha fazla birikince de çuvallanarak kaldırılır ve böyle değirmenlik yapılmış olur.
Memleketimde değirmencilik, istisnaları olmakla beraber genellikle sonbahar ve ilkbahar aylarında yapılırdı. Çünkü sonbaharda mahsul yeni kaldırılmış olurdu haliyle kışa hazırlık yapılması gerekirdi. Aynı zamanda hem sonbaharda hem de ilkbaharda değirmen için gereken suların bol olduğu zamanlardı.
Kibar ALTUNAL (Cevizli-Tibet)
Sağlık Bakanlığı Başmüfettişi
Danışman
Bu İçerik 407 Kez Görüntülendi