Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

DÜŞÜM İSTANBUL

İsmet Aci

DÜŞÜM İSTANBUL

Yapraklar yeni sararmaya başlamıştı. Bu mevsim bizim buraların insanlarının bilmediğim yerlere gitmesi demekti. Yalçın’a senin ağabeyin her Eylülde annenle babanla vedalaşıp nereye gidiyor ve bir kış boyunca dönmüyor diye sordum. Elini cebine atıp kağıtlı şekerleri çıkardı. Sen bu şekerlerin nereden geldiğini de bilmesin şimdi Yaşar dedi. Bilmem tabi .dedim.

Ağabeyim bu şekerleri İstanbul’dan getiriyor. O kadar güzel bir şehirmiş ki babama anlata anlata bitiremiyor. Otobüsleri anlatıyor. Köprüleri anlatıyor. Kimseye söylemiyorum ama babama da bırak buraları birlikte gidelim diye ısrar ediyor. Babam oralı bile olmuyor. Ben Yalçın’a a dur demesem sanki kendi görmüş gibi anlatıyor. Beynime kırmızı kağıtlı şekerlerle İstanbul birlikte girdi.Köyümüzü çevreleyen dağların üstüne çıkıp sanki görünecekmiş gibi bilmediğim İstanbul’a bakmak geliyor içimden. Acep görünür mü ki. Orada nasıl olsa köyümüzdeki işlerden hiçbiri, yoktur. Babama sorsan Dünyanın en güzel yeri bizim köyümüzdür. Baba diyorum sen hiç İstanbul’a gittin mi ki, güzel olup olmadığını bilesin. Gitmedim diyor. Gitmedim ama ben biliyorum güzel bir yer olmadığını. Ben baba olarak bir şeyi daha biliyorum.Bu gün süslenmiş gibi gençleri cazibesine boğan İstanbul bir gün mutlaka kapılarını gelenine kapatıp hadi diyecek bu kadar misafirlik yeter artık köyünüze geri. Bir daha görmeyeyim sizi buralarda. Sizin ata dede toprağına ne oldu. Gidin taşını toprağını altın diye kendi toprağınız sarılın diye azarlayacak. Belki ben bu dönüşleri göremem çünkü beni bu gidişler dert eder verem eder ama sizi unutmayın babamız böyle demişti der beni hatırlarsınız.. Kimin elinde kırmızı kağıtlı şeker görsem İstanbul’dan gelmiştir diye geçiyor içimden. Babama birkaç benim ağabeyimde niyetimi açıp gitmek istediğini söyleyecek oldu akıllı ol oğul ben çocuklarının karnını doyuramamış gurbete göndermiş dedirtmem kendime deyip son kelimenin ağzından çıkmasın fırsat vermeden hepsini boğazında düğümleyip bıraktı.. Oğul ben babamdan bilirim. Uzak yerin ekmeği büyük olur, içi oyuk olur. Boşuna dememişler öl köyünde kal köyünde. Neyimize lazım oğul uzağın güzellikleri. Bak bizim buranın nesi eksik. Şöyle etrafına bir bak herkes burada. Güz güzelliği başka, yaz güzelliği başka. Benim için de boşuna nefes tüketme uzak cennettir desen de inanmam dedi. Anladım ki babam bu toprağa kökünden bağlı Yaban gülü gibi. Durduğu yerde ne kadar dersen o kadar alımlı çalımlı ama koparırsan kökleri uzun sürmeden kurur. Çocukluğumda kendi kendime harika bir şey buldum dediğim şeydir bu yaban gülü benzetmesi:Ağabeyimin niteyeti kursağında kaldı ama benim içimede bir tohum atıldı.

Yapraklar her gün biraz daha sararırken bir taraftan da güz yağmurları yağmaya başladı. Yollar bir gün kuru ise beş gün çamur içinde. Köyden köye gitmek çok zor. Hafta da bir köyümüze Sarı burunlu mavi kasalı B.M.C. kamyonu geliyor. Gelenleri getiriyor, gidenleri götürüyor. Arabayı süren şoföre bazen gıptayla bazen acıyarak bakıyorum. Güneşli günde pırıl pırıl olan eli yüzü yağmurun olduğu çamurun diz boyuna çıktığı zaman sanırsın çamurdan adam olmuş. İşte o zaman acıyorum. Kamyonun geldiği günlerde sabah erken kalkıp gidenlere bakıp konuşmalarına kulak veriyorum. Kulağıma gelen kelimeler bana yabancı. Birini bir diğerinden ayıramıyorum. Birkaç kez İstanbul denen şehre gidip gelmiş olan Yusuf Ağabey Topkapı diyor, Sultanahmet, sirkeci diyor ama benim için bir anlam ifade edemiyor. Aslında anlam ifade ediyor da ben ifadesizleştiriyorum. Şöyle bir etrafıma baktım. Acemi fotoğrafçının çektiği harika bir tesadüf resmi gibi geldi bana. Ben bu resmin içinden fırlayıp çıkmak istiyorum. değişti. Nereye gideceğimi bilmiyormuşum gibi davransam da kırmızı kağıtlı şekerlerin ili İstanbul’a gitme sevdası büyüyor içimde. Kim ne derse desin babam da annemde gitmeme izin vermeyeceği gibi bunu onlara söylemem bile anlamsız. Bu yaşta bir çocuk anandan babadan uzak olacak. Olacak bir şey değil. Evden kaçsam annem kahrolur. Babam bulursa ne ceza vereceğini tahmin bile edemem. Köy çocuğu olmanın o kadar içinde bulunduğun için anlaşılmayan fakat şöyle bir dışardan baktığında avantajları var ki saymakla bitmez. Köyde kitaplarda renkli boyalarla çizilmiş oyuncaklar belki yok ama elini attığın her oyuncak neredeyse canlı. Ablamın Bebekleri sadece cansız. Eline geçirdiği bezleri bir ağaç parçasına sararak yaptığı bebekleri ben hep canlı gibi gördüm. Çünkü onlarla konuşurken gerçekte söylemeyi düşünüp de söyleyemediklerini o bebeklerine söylettirdi .Babam bazen ayağını kapıdan içeri atınca öylece kalır. Yüzüne tatlı bir tebessüm yayılır o yaşlıca yüzü birden öpülesi yanaklara dönüşürdü. İçimizden geçeni söylemenin en uygun zamanıydı babamın bu duruşu. Baba dedim.

Biliyor musun Yalçınlar bu yakında İstanbul’a gideceklermiş. Babamın cevabı bu gün değil bundan sonra da gelecek günler için İstanbul’la ilgili tüm hayallerimi bir sonbahar rüzgarının yaprakları alıp götürmesi gibi aldı götürdü. Babama cevap veremezdim sustum. Nereye baksam ne görsem hep kendimin dışında olduğunu düşündüm bu köyde. Gitmeliydim ama nasıl. Küsüp de gittiğim evin altında ki kayalıklara doğru bu kez kimseye küsmeden yürürken Yalçın arkamdan seslendi. Döndüm bana doğru koşuyor bir taraftan da Sait yarın gidiyorum diye bağırıyordu. Nereye gideceğini hemen tahmin ettim. Yalçın da Kırmızı kağıtlı şekerle hayal ettiğim kente gidiyordu. Geldi yetişti. Birlikte konuşmadan her zaman oturduğum kayanın başına kadar birlikte yürüdük. Yan yana oturduk. Ağabeyim biletleri almış. Yarın biz ailece İstanbul’a gidiyoruz ,elim de olsa sana da bir bilet alır seni de götürürdük ama bilirsin bunu yapmak istesem de yapamam Sait dedi. İkimiz birden kayadan aşağı ayaklarımızı uzatıp amaçsızca salladık. Sonra kenarlar dan kopardığımız küçük taşlarla ileride bulunan ağaçların dallarına nişan aldık. Yalçının yüzünde bir buruk sevinç takılıp kaldı. Üzülme dedim. Yalçın sen üzülme. Bak göreceksin bu kardeşin fazla sürmez kırmızı kağıtlarla birlikte hayal ettiği İstanbul’a gelecek ama aramızda sır kalsın. Yalçın benim yüzüme baktı. Gelmeni çok isterim ancak nasıl geleceğini bilmiyorum dedi. Eve biraz üzgün döndüm.

Hastasın dedi. Babam. Bu gün senin bütün işlerini ben yapayım sen bir iyice dinlen. Babamın bu sözleriyle bir şey kafama dank etti. Biz işin farkında olmasak ta büyüklerimizin gözü her an üstümüzde. Bizleri bizim düşündüğümüzden daha çok sevdikleri muhakkak. Ama bu onların bizi dizlerinin dibinden ayırmamaları anlamına gelmemeli, bilakis ipin bir ucu ellerinde kalsa bile bir ucunu epeyce serbest bırakmalarını çok isterdim. Çok küçükken serçe kuşlarını tuzağa düşürür içlerinden en sevimlisinin ayağına renkli ip bağlayarak odanın içine salardım. Kanatlarını çırpar,köşelere başını vurur ama kendi isteğiyle asla bana dönmezdi. Yorulduğunu hissettiğimde yavaşça sokulur onu iki elimim arasına alır saatlerce severdim. Babamın da küçük ben olmasını istediğimdendir nedir hep ona kızdım ne zaman bu kırmızı kağıtlı şekerlerin memleketinden söz etsem otur oturduğun yerde der, başka bir şey demezdi.

Karşı tepelerde gün kızıla çalmaya başladı. Gölgeler boyumuzun beş altı katı birden uzadı. Yürürken Uzadığını gördüğüm bacaklarımın gerçekten bu kadar uzun olmasını o kadar isterdim ki. Bir adım atıyorsun kilometrelerce yol gidiyorsun. O zaman motorlu taşıt neyine. İstediğin yere bir anda gitmiş oluyorsun. Yalçın la yan yana yürüyüp konuşuyorduk. O görmediği İstanbul’u anlatıyor. Ben görmediğim şehre her anlatılışla sevdalarımı büyütüyordum. Birlikte oyun oynadığımız düzlüğe gelince durduk Yalçın yüzüme baktı. Sait,etrafına şöyle bir bak seninle benim birlikte bir yerlere düşmüş ne kadar anılarımız var buralarda dedi. Belki büyüyünce çoğunu hiç anımsamayacağız Beraberce oynadığımız çelik çomağı, saklambacı daha nice oyunları hiç unutmayacağız. Sen İstanbul’a geleceğim diyorsun. Ben niye yalan söyleyeyim bir anda gerçek olmasını o kadar istemem rağmen inanamıyorum. Onun için senden ricam bir birimizi unutmayalım olmaz mı. Yalçının korkusu ve şüphesi yersiz değil di fakat beni de bir anda unutulmak korkusu sardı.

Delirme dedim. Ben gelmesem bile seni unutmam mümkün mü. Okula başladığımız ilk günleri nasıl unuturum. Okulun bahçesinden içeri girer girmez başlayan karın ağrılarımı sen durdururdun. Öğretmenim hep sana sorardı Yalçın ne yapıyorsun da Sait seni görünce iyileşiyor diyordu. Senin unutacağımdan şüphen varsa gel kan kardeş olalım dedim. Türkçe kitabından okuduğum kan kardeş olma basamaklarını birer birer uygulayarak orada Yalçınla kan kardeş olduk. Ayrıldığımız da Güneş karşı dağın arkasına çekilmişti ama evin üzerinde ki tepe hala Güneş ışıklarını yansıtıyordu. Bizim evin üstün de ki tepe bir esrar perdesiydi. Yaşlılarımız her seferin de bir hikaye anlatırlardı. Biz inansak ta inanmasak ta onları dinlerdik. Bizim evden bakılanca sanki üzerinden motorlu araçların işlediği senelerce kullanılmış bir yol gözükürdü. Tepenin doğu tarafında karaçam ormanı,batısında meşe ,karaağaç,kuzeyi taşlık kayalık bir yerdi. Batısında bizim evimizin de bulunduğu küçük düzlükler vardı. 23 Nisan bayramlarında öğretmenlerimiz bizi o tepeye tırmandırırdı. Etrafın da Anadolu’nun o buz gibi sularından çıkar ki içmeye doyamasın Tepenin en yüksek yeri bayramımızın başladığı yer olurdu.

Soğuk sularla çevrilişinin hikayesini ilk kez baba annemden dinledim. Tepede çok gür akan bir su ve bu suyun çevirdiği bir değirmen varmış. Bunu bir gayri Müslim idare ediyormuş. Aşağı köyde yaşayanlar bu değirmeni kullanıp kirasını da ödüyorlarmış. Bir gün aralarında bir anlaşmazlık çıkınca bu adam bu köylüler benden nasıl olsa bu değirmeni alacaklar,bari öyle bir şey yapayım ki kullanamasınlar diyerek,suyun kaynağına tonlarca pamukla tıkamış, buradan çıkamayan su etrafa dağılarak tepenin her tarafından çıkmış. O gün bu gün artık değirmenle ilgili bu hikaye anlatılmış durmuş. Çok büyük sevinçle çıktığımız tepede koşmaktan yorulup evlerimize öyle dönüyorduk. Bir gün Yalçınla tek başımıza tepeyi keşfe çıktık. O gün mutlaka yeni şeyler bulup eve Keşifler yapmış olarak dönecektik. Önce kayalık tarafın da gezdik. Taşların üzerinde ki yosun tutmuş bölümleri küçük taşlarla kazıp tükürüğümüzle ıslatıp kına yaptık sonra ellerimizi o kınalarla boyadık. Bu ilk keşfimiz di çok mutlu olduk. Gezintiye devam ettik. Ar sıra kulağımızı yere dayayarak derinliklerden gelen sesleri dinledik. Sanki gelen sesler baba annemi haklı çıkarır gibi derinliklerden suyun sesini andırır bir ses geliyordu kulağımıza. O günkü gezimiz devam etti. Ben den birkaç metre ileri giden Yalçın birden bağırdı. Sait hemen buraya gel bak sana ne göstereceğim. Taştan taşa zıplaya zıplaya yanına gittim. Yalçın bir delikten içeri uzanmış bu sıcakta bur da buz var diye bağırıyordu. Kafasını çekti bende baktım gerçekten buz vardı. Hava sıcaktı biz yürürken terliyorduk. Şaşırdık ama bir şey bulmuş olmanın mutluluğunu da yaşamaya başlamıştık .Artık eve dönelim dedim. Yolda Bana sıkı sıkıya tembih etti Yalçın. Buzu ben buldum ha. Eve dönerken şimdi düşünüp kendime çok kızdığım bir oyun icat etmiştik. Çocukçaydı belki ama biz çok eğlendiriyordu. Taşın üstüne uzanmış kertenkelelerin yanına sessizce yaklaşıp kuyruğuna bastırıyorduk. Kertenkele zorlanınca kuyruğu kopup havada zıplamaya başlıyordu. Taştan taşa zıplayan kuyruğa takılıp onun duracağı zaman aynı oyunun bir başka kertenkele ile oynuyorduk. Zavallı kertenkeleler bizden çok çekti. Akşama eve yorgun döndük. Yalçınlar nasıl olsa gideceklerdi ama benimde gizli sevincim vardı.

Bir gün kırmızı kağıtlı şekerlerin kenti İstanbul’a gidebilirsem hiçbir şeyi düşünmeden doğruca Yalçının evine gidebilirdim .Sabah uyanınca seni belki de uğurlamaya gelemem, biliyorsun Yalçın bizim gütmemiz gereken koyunlarımız var şimdiden vedalaşalım diyerek sarılıp yanaklarından öptüm .Yalçın da beni öptü ve duyulur duyulmaz bir sesle sen ağlama ben de ağlamayacağım kan kardeşim nasıl olsa ben seni hayal ettiğin o şehirde göreceğimi umut ederek seni bekleyeceğim diyerek koşarak ayrıldı.

Sabah Güneşi yüzüme vurduğun da belki de yetişirim diyerek fırlayıp kalktığım da çoktan gitmiş olduklarını öğrendim. İçim doldu. Ağlayamadım.

Günleri çabuk bitirdim desem yalan olmaz. Okula başladım. Olmadığını bile bile bir daha bu sınıflarda beraber olamayacağımızın farkına vara vara Yalçını her sınıfa girerken çıkarken aradım .ama yoktu. Yeni arkadaşlarım oldu. Onlara Yalçının ağabeyinden duyduğum düşlerime giren İstanbul’u anlattım. İnandılar mı inanmadılar mı bilemedim. Bildiğim bir şey vardı, her gece yatağıma girdiğim de bu evden nasıl kaçacağımın hesabını yapıyordum. Bazen annem uyanıp uyumadığımı görünce niye uyuyamadığımı soruyordu. Her seferinde uykum kaçtı da diyerek annemin benim hiçbir düşüncemin olmadığına inanmasını istedim. Celal , kendi köylerin de okul olmadığından dayısının yanında kalıp okula devam etmesi için bizim köye gelmişti. İlk gün tanışmamızdan sonra ikimizin de aynı rüyayı gördüğünü çabuk fark ettim. O da durmadan üşenmeden İstanbul masalları anlatmayı seviyordu .Bir keresin de İstanbul’u çok mu seviyorsun dedim. Sevmesine seveceğim ama bir gidebilsem dedi.

Köyümüzün batısında yazı kışı tepesinden kar eksik olmayan Karkal dağı akşam Güneşini misafir ederken amcamla birlikte oluşan manzaraya hayranlıkla bakıyorduk.

Bir ara amcam elini Karkal’a doğru uzatarak benim gördüğümü sende görüyormusun

Sait dedi. İlk bakışta amcamın neyi kast ettiğini pek anlayamadım. bak dedi. Şu karşıdaki bir elin beş parmağına benzeyen tepeye bak. Bakıyorum dedim. Onların ne olduğunu da biliyor musun. Yok amca dedim. Bilmiyorum. Onlar dedi Anne babasına zülüm etmeği adet etmiş beş kardeşin taşlaşmış halidir. Anlatabildim mi. Anladım amca dedim. Amcacımın bu söylediğinin bir benzetme olduğunu tahmin ettiğim halde onun kalbi kırılmasın diye sesimi çıkarmadım. Gün Karkalın arkasında kayboldu. Artık uzaktan geçenleri tanıyamayacak kadar karanlıkla birlikte bir yaz akşamını yaşıyordum. Yıldızlar mavi gök yüzünde belirmeye başladılar. Ben amcamın hiçbir okul görmeden her konuda var olan bilgisine hayrandım. Anlattıklarına bir isim vermek istesem masal diyeceğim fakat o kadar inandırıcı anlatıp yaşama bağlıyor ki beni şaşırtıyor. Yıldızlı yaz gecesi odalarımıza girmeye izin vermiyor. Bir ara amca dedim. Sen bu bizim köylülerin bir kısmının gidip döndüğü bir kısmınınsa dönmediği İstanbul’u biliyor musun. Amcam uzun uzun anlattı. Sanki gitmiş yaşamış ta beğenmemiş geri dönmüş. Hayat yok oğul dedi. Hayat yok. içinde bir korku barındırıyordu anladım. Duyduğu güzelliğe çirkin diyemiyor fakat yavrularının da bir gitmesine gönlü razı olmayacağını bu konuşmaları ile bana anlatmaya çalışıyordu. Durdu. İçini çekti. Yoksa Sait sende İstanbul’a gitmeyi mi düşünüyorsun. Daha yaşın küçük biraz büyü .Ben ağaçlar gibi hızlı büyümeyi ne kadar arzu ediyordum ki bir an önce gideyim o hayalimde hep kırmızı kağıtlı şekerlerle yaşattığım şehre diye. Gece çöktükçe çöktü. Yıldızlara bakınca sanki içlerinden biri Yalçınmış ta bana gel hadi tutun bana seni çekeyim yukarılara da bir an önce kavuş hayaline der gibi geldi. Bizim memlekette insanları yazları sineklerden sıkılırlar. Gece ilerledikçe çoğaldılar. Onlar çoğaldıkça biz kaşındık.

Celal bize geldiğinde bana sessizce haberin olsun dedi. Yarın kaçıyoruz. Nereye demedim bile. Biliyordum.

Yolculuğumuz ayarlanmıştı. Kaşla göz arasında anlattı.

Otöbüse bindiğimde akşama eve dönmeyince annemin ağlayışı geldi gözümün önüne. Döneceğim anneciğim dedim. Döneceğim hiç kuşkun olmasın.



İsmet ACİ
15/01/2000

Bu İçerik 256 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi