Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler
Kara Binbal Dibinde
Yaz mevsiminin ortalarıydı... Kışladan yaylaya henüz göçmüştü Suloban Köylüleri. Köyde kalanlar iş-güç başlamadığından, boşluğun rehaveti içindelerdi. Dere tepe, tarla çayır bir süreliğine ıssızdı. Yaylaya giden hayvanların kokusu yavaş yavaş azalıyordu. Sarı, pembe, mor, erguvani çiçekler ve yeşilin birçok tonu berrak mavi göğün altında sevişirken, kuş ve böcek sesleri bitmeyecek gibi görünen bir cümbüşe başlamışlardı.
Kışlada kimse kalmadığından, köylüler her gün sırayla kontrole gidiyorlardı. O gün sıra Ahmet Ağa'daydı.Sabah kahvaltısını yapıp, yol üzerindeki komşularından birkaçıyla ayaküstü sohbet ettikten sonra kışlaya doğru yola koyuldu. Yürürken, bu yeşillik, rengarenk çiçekler, insanı yakmadan içini ısıtan hava hep böyle kalsa ne iyi olur, diye geçirdi içinden. Kışlalardan önce kendi kışlasına, sonra damadın, halasının, dayısının ve laf olmasın diye, yakın komşularınkine bakmayı planladı kafasında. Bir de kimin olursa olsun en iyi kiraz ağacından yiyecekti kirazları. Evde bir tek karısı kaldığına göre, ceketinin ceplerine doldurabildiği kirazlar yeterdi ona.
Köyden çıkalı bir saati geçmişti. Gölgeler kısalıyor, güneş göğün en dik noktasına yaklaşıyordu. Alnındaki boncuk boncuk ter damlalarını, arada bir esen, hafif rüzgarın dokunuşuyla anlıyordu.
Kışlaya vardığında, kendi kışlasının içini dışını iyice kontrol etti. Sonra akrabalarınkini... Kontrol etmeyeceğini kararlaştırdığı halde, gönlü el vermediği için diğer kışlalara da şöylesine göz ucuyla bakıverdi. Kontrol işinin bu kadarı yeterdi de artardı bile. Çünkü zil çalan karnına daha fazla söz geçiremiyordu. Oysa bu hava olmasa insan bu kadar erken acıkır mıydı? Dünyanın neresinde vardı böylesi oksijeni bol hava? Büyük şehirlerden gelenlerden duymuştu; sanayi şehirlerinde oksijen az olduğundan insanlar yediklerini eritemiyormuş. Cennetmiş buralar ,cennet. Biz cennette yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş. Bir de kış olmasa… “Ne çok şey düşünüyorum.”dedi içinden. Meğer, ortalıkta konuşacak kimse kalmayınca, insan kendi içini dinliyormuş. Ama artık sadece mideyi düşünmek gerek. İşte Cafer Emmi’nin kara binbal kirazı şuracıkta; çıkıp patlayıncaya kadar kiraz yemeli ve bir an önce eve dönmeliydi. Artık bu ıssızlık ürpertiyordu Ahmet Ağa’yı.
Kirazın dibine varıp çıkmaya çalışırken bir homurtu duydu fakat önemsemedi. Kollarından birini ağacın beline dolayıp, diğerini bir dala atacakken çatır çutur kırılan dal sesleriyle irkildi. Ağacın dibine gelmeden üstüne bakmayı akıl edememişti. Demek ki bu kirazın ününü bilen hinoğlu hinlerden biri kendinden önce davranmıştı. Ağaçtaki her kimse keyifli homurtulardan başka ses çıkarmıyordu. "Katakulliye geldik anlaşılan." dedi. Belki de yabancıdır diye ağaca çıkmaktan vazgeçip, kim olduğunu görmek için şöyle beş on adım geriledi. Tam sitem edecekken, söyleyeceği sözler boğazında düğümlendi. İlk şaşkınlığı geçince "Vayyy eşeoğlu!" diyebildi, şaşkınlıkla karışık bir korkuyla. Ancak bileği kolay bükülemeyen, yiğit adam bilinirdi köyde. Bu saatten sonra kaçıp gitmek ona yakışmazdı. Kararlıydı bir kere. Hem kendisi yiyecek hem de karısına götürecekti. Kendini toparladı. "İn aşağı ulan ayı oğlu ayı." dedi. Bu beklenmedik misafir karşısında biraz rahatsız olmuştu dağların tüylü ağası. Ahmet Ağa'ya şöyle bir baktıktan sonra:"Seninle uğraşacak vaktim yok." dercesine işine devam etti. Ahmet Ağa, bağırıp çağırmakla koca adamı korkutamayacağını anlayınca, yerden topladığı taş, sopa ne bulursa atmaya başladı. Atılanların birkaç tanesi isabet etmiş olacak ki, azıcık kıpırdandı ormanların ehl-i keyf efendisi.
Ahmet Ağanın paylaşmaya niyeti yoktu.Bu kez yağmur gibi atmaya başladı ilkel silahlarını. Kafasına, gözüne darbeler alan ayının artık sabrı kalmamıştı. "İn aşağı, göstereceğim gününü." diye bağırdı Ahmet Ağa.Ayı ağır gövdesini yavaş yavaş aşağı sallandırdı. Kirazın tadını çok beğenmiş olmalı ki, gönlü inmek istemiyor, bir iki daldan sonra durup yemeye devam ediyordu. Ahmet Ağa tekrar taşlayınca bir çırpıda aşağı indi ayı. Göz göze geldiler. Kaçma zamanının geçtiğini anlayan Ahmet Ağa, altına kaçırmamak için kendini zor tutuyordu. Barışa şans tanıma olanağı da ortadan kalkmıştı. Kimin ne kadar korktuğu önemli değildi artık. Şimdi hamle yapma sırasıydı.Güreşe tutuştular. Ahmet Ağa, bildiği güreş tekniklerinden bir el ense çekmeyi denedi önce; ancak elini kaldırdığında, kafası büyüklükte ağzını açan ayının dişleri bütün gücünün bir anda bitmesine neden oldu. Yediği şamarla bilinci uçup gitmişti.Gözlerini açtığında canını acıtan şeyin içine gömüldüğü kuşburnu dikenleri olduğunu anladı. Üstelik yüzünde yakıcı bir sıcaklık duyuyordu. Bu kavgadan kaçış yoktu. Kendini toparladı.Aslında, korku tüketmişti gücünü. Korkmamalıydı.
Göğüs göğüse... Askerde öğrenmişti göğüs göğüse muharebeyi. Boşuna mı öğretmişlerdi bunları. Ama ayı, zafer kazanacağından emin bir edayla dimdik ayakta meydan okuyordu.Hızla atıldı ayının üzerine Ahmet Ağa. Omuzla karışık göğüs darbesi yiyen ayı sendeledi; birkaç adım gerileyerek dört ayağının üzerine düştü. Bu dağların romantik efendisi, rakibi hafife almanın, hele hele yüzyıllardır bütün hayvanlara karşı üstünlük sağlamış insanoğlunu silahsız yakalayıp yenmek üzereyken,bu şansı kaçırmanın aptalca olacağını anlayarak, yeniden iki ayağı üstüne kalkıp dikildi karalılıkla.Son atağından cesaret alan Ahmet Ağa ise "Hadi gel." dercesine ayının gözlerinin içine bakıyor, bir yandan da nereden atacak taş bulabileceğini hesaplıyordu. Yavaşça eğildi ve el yordamıyla bir taş ararken,ayı öne doğru fırladı. Tekrar kapıştılar. Bu sıcak temas sırasında ikisi de mücadelenin sonucunu artık anlamıştı.
Evde Ahmet Ağanın karısı Esma Bibi, suyu taşıyıp, yemeği pişirmiş, kocasının dönmesini bekliyordu. Gün batıp, yemek vaktinin çoktan gelmesine karşın Ahmet Ağanın gecikmesi Esma Bibi’yi endişelendiriyordu. Biraz daha bekledikten sonra endişesi artmaya başladı. Tek çare gidip komşulara haber vermekti. Kapı komşusu Cafer Emmi'ye gidip, kocasının kışladan dönmediğini söyledi. O da diğer komşulara haber verip, fenerleri yakarak kışlaya doğru yola çıktılar.
Uzun zaman bağıra çağıra aradılar Ahmet Ağa'yı. Nihayet, Cafer Emminin kiraz ağacının dibinde kan revan içinde yatar halde buldular. "Kim yapmış bunu?" dedi biri. Ahlar vahlar eyvahlar arasında Cafer Emmi: "Durun bir bakalım;adam sağ mı, ölü mü?" Eğilip bakan Ali Usta: "Sıcak,hem de nefes alıyor." diye karşılık verdi. Gençlerden iki kişi: "Biz taşıyalım:"deyip Ahmet Ağa'yı sırtladılar. Yolda Ali Usta Cafer Emmi'ye bakıp: "Görüyor musun, senin kiraz ağacın için kendini feda etmiş adam. Bundan böyle bir tavuk yüzünden kavga etmezsiniz inşallah." dedi. "O iş başka, bu iş başka. İşin iç yüzünü hele anlayalım bakalım." diye yanıt verdi Cafer Emmi. Gençlerden Şemistan: "Boş verin şimdi bunları. Ahmet Emmi kan kaybından ölmeden hastahaneye yetiştirelim." diyerek sözlerini kesti.
Ertesi gün bu haberi alan sevenleri Şavşat Devlet Hastanesi'ne doluştular. Bu arada yalnız kalan Ahmet Ağa, hastahanede erkekler koğuşunun penceresinden Elmalı Vadisini, dumanlı dağları, koyu yeşil ormanları, vücudu sargılarla dolu, yüreği hüzünle seyrederken kendi kendine: "Hey gidi Koca Ahmet Ağa, artık köyde, seni ne diye çağıracakları belli: 'Kör Ahmet'." derken, tek gözünden yanaklarına birkaç damla yaş yuvarlandı.
Geçmiş olsun dileklerinin ardından, olayı merak edip soranlara: "Vahşi herifin birkaç kaburgasını kırınca, kalleşlik etti puşt oğlu puşt!"(?)
Bu İçerik 433 Kez Görüntülendi