Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Köy Yollarında

Selami Gümüş

Arabanın içi soğumaya başladı. Acaba camı bu kadar indirmemeli miydi? Ama hayır, kokusunu özlemişim çamların, üşümeye değer. Kaç kilometre kaldı? Yarım saat daha gitsem varırım herhalde.

Çok merak ediyorum. Köyü görmeyeli ne kadar zaman geçtiğini bile unuttum. Köy yoluna sapınca tanıdık birileri çıkar mı karşıma? Yahut çıksa bile beni tanırlar mı, tanıyıp da selam verirler mi ve hemen ardından ‘Kimlerdensin?’ diye sorarlar mı? Açıkçası bunu merak etmiyorum. Belki ediyorumdur da kendime belli etmiyorumdur. Ne kadar da uzaklaştım kendimden şu son zamanlarda…

Köydeki insanlar iyice azalmış olmalı. Herhalde sadece yaşlılar kalmıştır. Gidenlerinse neden bunu yapma gereği duyduklarını hâlen anlamış değilim. Oysaki burada kalıp kendi topraklarında, şehrin yüzlerce kilometre ötesinde; sessiz, sakin ve sualsiz bir hayat sürmek dururken, çam kokularını teneffüs edip enfes sularından içmek varken, neden burayı terk etmek istemişlerdir ki? Gerçi neden bunları söylediğimi ben de bilmiyorum. Ben değil miydim yıllar önce burayı terk eden. Hem de şehrin ilk yolcularından birisi olan ben! Âhh, ne kadar da aptalım, aptalmışım. Bunu yaptığıma hem de sadece buradan uzaklaşmak için yaptığıma hâlâ inanamıyorum. Oysaki gerek yoktu memleketi terk etmeme. Çok mu ihtiyacım vardı paraya, parayla yaşanan hayata, neyime yetmezdi bir çift inek ,iki koyun, birkaç tavuk, arazi mi verimsizdi yoksa ben mi ihanet ettim. Sahi neden yapmıştım bunu? Kendimden kaçmak için mi? Ama hiçbir zaman kaçamayacaktım ki kendimden. Her zaman benimle gelecekti anılarım. Bir türlü sıyıramayacaktım kendimi onlardan. Evet yıllarca boşuna kaçtım ve yıllarca boşuna savaştım. Aslında yapmam gereken tek şey yıllar önce terk ettiğim yerde kalıp savaşımı orada vermekti.

İşte sonunda köy gözüktü, mezarlık beni karşıladı, mezarlığın taş duvarları arasından geçen yola girince gayri ihtiyari duraksadım, çocukluğumda ölümü anlayamazdık kalabalığa karışır, hatırladığım kadarıyla Iskat denen ölünün hayrına dağıtılan kibrit paketlerinden almaya çalışırdık. Ne de olsa evimizdeki gaz lambamızın, sobamızın tutuşturucusuydu ve elzemdi, bunu da düşündüğümüzü sanmıyorum ya çocukluk heyecanı işte… Duraksıyorum vitesi boşa alıp el frenini çekiyorum, kontağı kapatmadan araçtan inip sessiz kalabalığa bakıyorum, kimler yok ki sanki terk etmemin tepkisiydi bu sessizlikleri, hüzünle ruhlarına fatihamı okuyorum ve aracıma biniyorum onlara özür borçlu hissederek, neden bizleri terk ettin diye sormalarından korkarak el frenimi indiriyorum, vitese takıp onları rahatsız etmek istemezcesine yavaşça gaza basıyorum.

işte köyümün ilk evi ahşabın tüm güzelliği ve kokusunu yansıtırcasına bana hoş geldin der gibi. Issız kıyısından geçerken canlılık belirtisi arıyorum lakin terkedilmişliğin hüznünden başka bir şey göremiyorum çepeçevre saran balkonunda. Yol hala bıraktığım gibi dar ve yıllarca ot taşımak için kullanılan kızak izleri var derin ve yorgun. Çeper dediğimiz çitler yolu ayırıyor bakımsızlıktan ot bürümüş tarlalardan. Tarla dedim evet bilerek şimdinin bakımsız çayırına, ne ekinler olurdu buralarda, buğdayı lezzetli, mısırına doyum olmazdı.Şurası değil miydi Asiye ninenin bostanı, lezzetli salatalıklarına izinsiz dalıp talan ettiğimiz, Çocukluğun umarsızlığıyla. İşte mısır aşırdığımız tarla, lezzetine doyum olmazdı şöyle çıkıp ormana doğru yaban ateşinde közlediğimiz… Erik ağaçları zamansız gelişime hayıflanırcasına kuru dallarını gösteriyorlar bana, birkaç erik için kırdığımız dallarının acısıyla, yol kenarları sıska elma ağaçlarıyla dolu hala ,sıska dediysem bakmayın lezzetine doyum olmaz, şehrin alışveriş zevksizliğini de tattıran marketteki ithal elmalara inat çok özlemişimdir ekşi tatlarını. Tebessüm yayılıyor dudaklarıma bir an bu elmaların kasalarla lüks market vitrinine konup teşhir edildiğini düşününce, eminim ki her şeyde olduğu gibi peşin hükümlü şehir insanım benim , ”Ay bunlarda ne böyle buna para mı verilir? “ dediğini duyar gibi oluyorum, halbuki bilseler içlerindeki doyulmaz lezzetin dışa yansıyamadığını.

Hala çıkmadı kimse önüme. Terkedilmişliğin hüznünü haykırıyorlar sıralı ahşap evler birer birer. Kararmış duvarlarına inat siz vefasız olsanız da biz dimdik ayaktayız der gibi bakıyorlar, zamansız gelmiştim biliyorum, duyuyorum festival namıyla senede birde olsa bölge insanımın yaz arasında köye toplandığına. Ama vakit bulamamıştım şehrin meşgalesini bahane ederek ve ya deniz kenarında tatili tercih etmiştim yıllarca. Bu senede yetişemedim hemşerilerim size ve festivalinize ama söz veriyorum kalan yıllarımın tatillerini size ayırmaya size ayarlamaya.

Sizinle dönmek istiyorum topraklarıma yaşamak istiyorum; kara lastiklerle çamurda yürümek ,elektriğin sigortasını kapayıp gaz lambasında oturmak istiyorum, masal dinlemek istiyorum Mehmet emodan, sıcak pişmiş “çhadı” nin kabuğunu açıp içine tereyağı sürüp iştahla yemek istiyorum, cadıyı ayrana doğrayıp “docucuna” yemek istiyorum, yanında taze dut pekmeziyle. Çobanlık yapmak istiyorum sırtımdaki torbada sadece çhadi ve peynir olsun “hantsa” daki suyun başına oturup sizinle baş başa çhadıyı batırmak istiyorum peynire ve “korava” içmek istiyorum buz gibi suda erittiğim. Şu çamın dibine gizlediğimiz isli çaydanlık duruyordur orda, çıkarmalı onu çay demlemeli ormanda çoban çayı içmeli doya doya.Sonra da dönüş yoluna koyulmalı önüme kattığım ineklerden fırsat bulursam birkaç ağaç gövdesinden çam sakızı toplamalıyım, ağzımı buruşturmalı önce sonra ferah tadına doymalıyım..eve varmalıyım anam kete yapmıştır şimdi hem de peynirli, ohh taze de yoğurt koymuştur yanına…lezzetli yemeğimin ardından “sekvi” nin altına elimi uzatmalıyım mevsiminde kalma eksi buruşmuş elmadan bir tane alıp ısırmalı.Sonrada en sevdiğim an; balkona çıkmalıyım yıldızlara yaklaşmalıyım, elim değecek kadar yakın gözüken berrak gökyüzüne bakmalı ve derin bir nefes çekmeliyim, “köşkü” ye geçip çekirge sesinin sessizliğiyle tek tük yanıp sönen karşı köyün ışıklarına dalmalıyım.Hatta hayallere dalıp uyuklamalıyım saman doldurulmuş kilim yastığımda ve “köşkü” de, Annem gelmeli yanıma usulca oğlum kalk üşütürsün, burada yatılır mı demeli. Ve ben Anacığım haklısın içim geçmiş demeliyim usulca doğrulup gıcırdayan tahtalara basıp odama doğru giderken. Sabahın beşinde uyanmalıyım üzerimdeki tüm yorgunluğu atmış ve dinç olarak. Şöyle doğrulup camdan bakmalıyım annemin “avazan” dan inekleri sulamasına. Kahvaltım için sobanın üzerinde fokurdayan sütümü içmeliyim taze taze.

Ve haykırmalıyım “vefasız olan benim memleketim” sen hala bana kucak açarken ben terk ettim seni duyarsızca, itiraf ediyorum hiçbir şey ne para ne şöhret ne makam seni terk etmeye değmezmiş, lezzet sendeymiş, sen cömertmişsin bizim cimri sevgimize inat. Artık bağrında bana da yer ayır, senin suyunda yıkayıp senin toprağına gömsünler ki bir daha terk etmeyeyim edemeyeyim.

“khargat vikve şentan”

Dalmışım yolun hayatım gibi kamburlaşmış kızak izleri arasındaki tümsek haline, bir an tereddüt ediyorum arabamın altını vurdurturmuyum, vurdurtsam yağ karterime zarar versem bu tenhalaşmış köyümde hangi tamirci bana yardım edebilir ki diye geçiriyorum içimden, acı acı tebessüm yayılıyor dudaklarıma bunu da terk ettiğim köy yolumun öç alışımı sayardım herhalde. Bir an gözümü alamadığım bir yer takılıyor ki gayri ihtiyarı direksiyonumu önüne kırıyorum ve yavaşça frene basıyorum. Dirseklerimi dayıyorum kontağını kapattığım aracımın direksiyonuna ve hayallerim depreşiyor bir bir;

Biri halimi görse sarhoş olup direksiyonun üstüne sızmış sanacak..İşte çocukluğumun sevdiğim mekanlarından biri köyümüzün bakkalı Süleyman amcanın tek gözlü dükkanı; tek basamaklı ahşap merdiveni çürümüş ve üzerine basan en son ayak darbesiyle ikiye ayrık, kapısında kilitlenmemiş yarım bir asma kilit, tek bölmeli dört gözlü penceresinin camları kırılmış ve üzerine iptal edilmiştir evrakına vurulan iptal damgasını andıran çapraz tek bir tahta çakılı, içeride fareler cirit atıyordur eminim şu an. Halbuki ne günlerdi, içeri girebilmek için can atardık, girer girmez içerde burnumuzun direğini sızlatan ve harçlığımızın son kuruşuna kadar harcatan kesif bir bisküvi kokusu gelirdi önce. Harçlık dediysem sanmayın şimdiki şımarık çocuklarımızın cep telefonu alabilmek için biriktirdikleri banknotlar gibi. Paranın değerini hatırlayamasam da demir liralar bir iki parça varsa şanslı çocuklardandık.

İşte içeri girdik mi iki bölmeye ayrılmış tek gözlü bakkalımızın ana raflarında ağırlıkla numaraları karışmış poşetler içindeki kurşun marka lastik ayakkabıları, hemen onların yanında ise cizlavatlar; yaşlılarımızın mesleri üzerine giydikleri ki yüzeylerinin parlaklığı hep beni cezp etmiştir, şu yandaki rafta gördüklerinizse plaç dediğimiz tokalı naylon ayakkabılar çocuklar için, tabi annelerimiz ve ablalarımız içinde boy boy lastik ve hafif topuklu ayakkabıları unutmayalım morlu yeşilli renk renk..asıl biz çocukları cezbedense Süleyman amcanın da içinde olduğu tezgahın arkası ah bi elimiz oraya uzanabilse diyeceğim ama şimdinin çocuklarına kötü örnek olmamak için buraya sansür koyuyorumJ .evet işte şu gördüğünüz markalı kutulardan bahsediyorum hani şu girişte lastik kokusuna karışmış ama burunlarımızın sadece onu algıladığı Bifa ve Ülker markalı bisküvi kutularından. Şimdilerde o kutuları görmek ne mümkün neredeyse her bir tanesi ayrı paketlenmiş cazip parlak çeşitlere rağmen ben o kutulardaki iki çeşit bisküviyi özlüyorum, hani şu yandaki ahşap kasada değerli mücevherler gibi paketli gözüken unlu lokumları iki oval bisküvi tanesinin arasına sıkıştırıp ezdik mi “bedlama” nın tadına doyum olmaz, ucundan ucundan ısırırdık ki erken bitmesin bu değerli lezzet. Bu arada diğer kutuda ise kokusu lezzetinden tatlı olan klasik gofretimiz yok mu, ona da elimizdeki liradan kalırsa bir iki tanesi fena olmaz keyfimiz tamamlamaya. Çocuktuk ya geri kalan birkaç parça ihtiyaç malzemesi ise bizi pek ilgilendirmezdi, karbonat, tuz, sıcaktan eriyip dışı ıslanmış kocaman kutusunda sana yağı, üşenip te ekşi maya yapamayan anneler için acil tarafından kalıp kalıp hamur mayaları, tek çeşit kurşun kalem, tek çeşit silgi, kalemtıraş, pelikan marka dolmakalem ve mürekkep bunlar hatırlayabildiklerim, zaten fazlasını da boşuna aramayın, ha şeker mi dediniz evet onu unuttuk akide şekerlerimizde var tezgahtaki cam kavanozda arada sırada Süleyman amcanın bize ikram edip sevindirdiği. Unutmadan kapıdan çıkmadan solda birkaç toz şeker ve un torbası da var elli kiloluk ve bunların kilo kilo tartıldığı Süleyman amcanın önündeki ibreli terazi, ama zaten genelde çuvalla alınır şeker ve un evlerimize aylık erzak olarak çayın yanında zaruridir bunlar; Leziz cevizli baklavamızın olmazsa olmazıdır bu unlar kendi buğdayımızdan öğüttüğümüz ekmeklik unumuz yanında. Ve şeker olmalı her an evimizde misafire çay ikram etmeli her daim sobada pişmiş lezzeti ile, gerçi olmazsa olmaz dediğime bakmayın “ikitebi” veya “komuebi” her zaman elimizin altındadır yedekte çayımız mı bitti Anamız elimize kalaylanmış bakır bir tas verir “ikitep” ten ödünç şeker almaya gönderirdi, lambamızda biten gaz yağıda komşudan boş rakı şişelerinde ödünç aldığımız zaruri malzemelerdendi, nede olsa gazyağı her zaman temin edilebilen bir şey değildi, babalarımız amcalarımız sırtlarında taşırlardı koca bidonlarla bu değerli yakıtı ilçe merkezinden.

Dirseklerim uyuşmaya başladığına göre uzun bir süre bu şekilde kalmışım, farkında bile değilim, çocukluğumun bakkalı beni sürükleyip üreli ne kadar süre geçmiş umursamadan kendimi toparladım ve araçtan indim, elimi yüzümü yıkamalı ve nefes almalıydım, nefes dediysem bu nefes ki şehrin gürültüsünden uzak hafta sonlarını geçirmeye çalıştığımız köyümün bir ağacına dahi değişmeyeceğim piknik alanlarında aldığım nefeslere hiç benzemez, ciğerlere şifa temiz havanın tadını ancak ben bilirim de anlatamam...Tıklım tıklım sahil kenarlarına serilen gariban şehir insanım benim, birde bilse gerçek yeşilin tadını; benim gibi, hiç inmezdi sahte piknik alanlarına, boğulmazdı adım başı tıklım tıkış dinlenmek, eğlenmek, eğlenirken doymak adına yakılmış kesif kokulu mangal dumanlarında…

Bu düşüncelerle ilerliyorum toprağıma hasret ayaklarım bayram ederken, işte köy meydanı denebilecek bu alanın kenarında ki “avazan” a, şırıl şırıl akan bol ve kesintisiz buz gibi suya uzatıyorum ellerimi, aklıma bir an arkadaşımdan dinlediğim bir anekdot geliyor ve tebessüm yayılıyor dudaklarıma…”Şehir hayatına alışmış ve şehirde büyümüş arkadaşını köyünde misafir ediyor, gece hoş sohbet derken yün yataklar seriliyor ve herkes odasına çekiliyor istirahate fakat yol yorgunluğu ve bol oksijenin çarpmasından olsa gerek misafir baş ağrısıyla uyanıyor gece yarısı ve çantasından çıkardığı ağrı kesiciyi yutmak için yerinden doğrularak ev sahiplerini rahatsız etmemek adına sessizce mutfağa yöneliyor bir bardak su için. Fakat oda ne ortada ne damacana var nede pet şişede su, bakmadığı yer kalmıyor ama maalesef su adına tek bir yudum bulamadan yatağına dönüyor ve baş ağrısıyla sabahlıyor, sabah ev sahiplerinin kahvaltıya davetiyle uyanan misafir tabiî ki haliyle sorma gereği duyuyor , Allah aşkına siz içme suyunu nereye saklıyorsunuz ki gece bulamadım deyince bizimkiler misafirin şaşkın bakışları altında musluğa yönelerek bir bardak su doldurup tebessümle birlikte ikram ediveriyorlar…” şimdi bunu okuyan hemşerilerime garip gelebilir ama gerçek bir olayın acıklı hikayesi bu bence, hayatında musluk suyu tatmamış şehir insanım benim, kendini var içinde sanır ama yokun ta kendisini yaşar…Biz ise eskilerin “Ol mahiler ki derya içredir derya bilmezler”(Balıklar denizde yaşarken suyun kıymetini bilmezler ta ki sahile bir sebeple savrulup karada nefessiz kalıncaya dek) misali…Kaçımız farkındaydık ki bende dahil olmak üzere güzel memleketimin güzel insanları; zaten farkında olsaydık buraları terk edip şehrin gürültüsü, stresi, pis havası içinde ömrümüzü harcamazdık.

Ohhhh ne kadarda özlemişim elimi yüzümü yıkadığım bu pınardan avuç avuç doyasıya su içmeyi…Bu arada yanımda, tanıdık bir patırtıyla ürpererek başımı çevirdiğimde susamış bir ineğin iştahla avazandan su içmek üzere ağzını daldırdığını görüyorum, benim kadar susamışçasına köyümün suyuna, bol şapırtılı ve iştahlı su içişini izliyorum.Yaklaşıyorum çobanlık hasretiyle alnını sıvazlıyorum, sessizliğe gömülmüş köyümün ilk sakini olarak bir inek karşılıyor, şimdilik buna da şükrediyorum nede olsa görebildiğim ilk canlılık belirtisi, demek ki bu ineğe bakabilen birileri de var köyümde..Yani terk edilmemiş hayat var henüz köyümde..

Etrafıma bakınıyorum henüz kimseyi göremedim fakat suyunu içen ineğin yöneldiği tarafa baktığımda ahırın kapısında ki iki büklüm elinde bastonuyla bekleyen bir didana görüyorum, kim olduğunu henüz hatırlayamasam da sevinçle bende o yöne yöneliyorum gayri ihtiyari… Önce ineğe yol veriyor ahıra girmesi için benim gün görmüş ninem ve bakışları tekrar ona doğru yönelen bana çeviriyor, daha fazla ayakta durmaya tahammülü kalmamış olacak ki “thalda” denen merdiven girişindeki iki “morkolo” üzerine monte edilmiş tahta oturağa yönelip oturuyor ve beni bekliyor…Yaklaşırken ona doğru içim burkuluyor, bir an bende yıllar önce arkamda bıraktığım ve cenazesinde dahi bulunamadığım Didanam geliyor aklıma;

Oda iki büklüm idi, nedendir bilemem, köyümün yaşlılarında gördüm belleri bükük nineleri hep…Didanam benim hep otorite idi evde sanki çiftlik kahyası imiş gibi işleri yönlendirirdi. Bazen otoritesinin zararını görürdük çocuk olarak. Gah “khalo” da top oynarken arkadaşlarımla eve kaçan plastik topun peşinden koşup onu keserle parçalamasına şahit olurduk üzülerek gah ta kışın tek ayaklı kızaklarımızla evimizin önünde kayarken oluşturduğumuz buzlu kaygan yollara kızgınlığıyla peşimize düşmesi ve arkamızdan bağırmasıyla hatırlarım..şimdi düşününce haklıydı belki hayvanları “avazan” dan sulamaya çıkarırken bu buzlar onlar için tehlike oluşturuyordu ama bizim umurumuzda mı ki, hele bide karyolanın alt örgüsünü oluşturan metal balyasını aşırıp kızağımızın altına çakmışsak eğer, günümüzün değme Jetsky le yarışacak hale gelirdik hani. Didana mın hep kötü gözüken yanlarını andığıma bakmayın o aslında belli etmese de altın kalpli bir nineydi, çok severdi bizleri özellikle yedirme konusunda ki cömertliğinı unutamam, ikramı ve misafiri çok severdi..Yattığı “sevki” nin altındaki sepetinde sürekli bulundurduğu ve “güli demicavda” deyip bir tane ağzına attığı lokumlarından mutlaka bize de ikram eder bayram sevinci yaşatırdı. Hele bizi çocuk halimizle kaymak makinesinin başına oturtup makinenin kolunu çevirmemize izin verişi ve bu işin karşılığı taş ocaktaki pileki de pişmiş çadının sıcak kabuğunu getirip içine tereyağı sürmemize izin vermesi yokmuydu o an dünyanın en mutlu çocukları sanırdık kendimizi…

Ah ah didanam benim yattığın yerde huzur içinde uyu emi…ve bağışla vefasız torununu…diyerek kendisine yöneldiğim yaşlı köylü nineme yaklaşıyorum bu arada….

Yaşlı teyzem benim, ben yaklaştıkça gözlerini kısıp beni tanımaya çalıştığını fark ediyorum. Selam veriyorum, selamımı alırken sıcak sesinden, ben eline uzanıyor öpüp başıma koyuyorum...Sormasına fırsat vermeden kendimi tanıtıyorum, bir an derin bir iç çekişiyle birlikte "Hoccan şvilo" diye başla şimdi üzerlerinde yaban otlarının bittiğini tahmin ettiğim, yaşıtları olan dedem ve ninemden bahsediyor, içim burkuluyor ve hasretle dinliyorum yanına oturarak geçmişimi...

Yarı türkçe yarı gürcüce dinlediğim hikayemin tarihe gömülmüş kısmını anlatırken bana, bir an fark ediyor benim yoldan geldiğimi... ve beli bükük halinden beklenmeyen bir çeviklikle doğrulup kalkıyor ve benden özrüyle birlikte taze ayran ikram etme teklifiyle balkonu yere bağlayan merdivene yöneliyor.Tahta merdivenin yorgun gıcırtısıyla birlikte ben biraz önce ninenin çıkardığı kara lastiklere takılıyor gözüm ve dalıyorum geçmiş günlerime tekrar...

Trabzon Lastiği de dediğimiz bu kara lastikler ne kadar da değerli idi o zamanlar, daha önce bahsettiğim bakkalların vazgeçilmez kalemlerindendi.Hatırlıyorum da yenisi alınınca mutluluğumuza diyecek olmazdı, hemen poşetinden çıkarıp giydik mi ayağımıza fırlardık sokağa, nede olsa öncekinin çatlak yerlerinden ayağımıza sızan çamurlar artık ayağımızı kirletmeyecek, yinede kıyamazdık parlak yüzeylerinin çamurla kirlenmesine...Bu arada ayağımızın bileklerini keskin ağzıyla yaralamasına aldırmadan koşup oynardık hevesle...Yazın terleten kışınsa donduran yapısına rağmen vazgeçilmezlerdendi, kışlar özellikle şal çorabımızla tam takım olurlardı..Çamurlu kara lastiklerimizi “avazan” ın kenarına dayar bol suyla ellerimizle temizlerdik çamurunu...Hep aynı modeldi yazlık ve kışlık ayrımı olmayan...Eskimesi ise arkasının çatlamasıyla başlardı..

Ben bunları düşünürken güzel kalpli, sıcakkanlı ninem evin giriş kapısında beliriyor içeri davet eden sesiyle, ben nazikçe teklifini geri çeviriyorum, sonra uğramak sözünü vererek şu an için ayranıyla yetineceğimi söylüyorum.bana doğru yönelirken kıyafetine takılıyorum bunu bile özleyebileceğimi düşünmemiştim; başında oyalı yazması, renkli “buzma” sının üstüne sarkıyor belinde sarı ağırlıklı boyuna çizgileriyle “sartkeli” ve siyah “peştemali”...Ben yerimden mahcup tavrımla kalkıyor ve ona daha fazla zahmet vermeden merdivenden inmesine müsade etmeden elindeki maşrapayı alıp buz gibi tuzsuz doğal ayranı başıma dikiyorum...Hatırlıyorum da şehre ilk vardığımda parayla satın aldığım ayranı içememiştim tuzluluğundan tiksinerek, şimdi ise o tadına doyumsuz sade haliyle yudumluyorum iştahla...Benim güzel ninem ayran içişim dikkatini çekmiş olmalı ki üsteliyor tazelemek için...ölmüşlerinin ruhuna değsin diyerek müsadesini istiyorum...Gürcüce tam konuşamasamda dinlemeyi özlemişim fark ediyorum, içim acıyor...gürcüce uğurlarken o, ben beceremiyorum ve türkçe Allah a ısmarladık diyorum utanarak ana dilimi konuşmayı bile unutmuş olmaktan...Şükür ki en azından anlayabiliyorum,ya onuda yapamasaydım hangi yüzle çıkacaktım karşılarına..

Aracıma tekrar bindiğimde güzel kalpli ninemin balkonda elinde bana ikram ettiği boş maşrapa ile beni peşim sıra dalgın gözlerle süzdüğünü fark ediyorum, bellikli vefasız çocuklarını ve başlarını okşamaya hasret kaldığı torunlarını hüzünle anımsıyor ve bana bakarken uzaklara dalıyordu, arabamı hareket ettirmemle birlikte oyalı beyaz yazmasının bir ucuyla nemli gözlerini sildiğini fark ediyorum. O an boğazımda istem dışı bir düğümlenme hissediyorum, yine duygusallığımın doruklarında önümdeki derin kızak izlerine bakışlarımı çevirerek gaza basıyorum.

Ve mahallemin dar sokağına girişimle birlikte sağlı sollu bodur meyve ağaçları arasından çok tanıdık ve sanki geçmişimi terkedilmişliğiyle sorgulayan, klasik dikdörtgen yapılı soğuk taşlı okul binamla karşı karşıya geliyorum, önüne kırmadan edemiyorum direksiyonumu. Ve otlarla kaplanmış yıkık çeperli bahçesine girebilmek için bir yol arıyorum. Fakat belikli aylardır kapısına uğrayanı yok. Taşımalı sistemle birlikte nüfusu da azalmış olan köyümün öğrencisiz kalan okulu bütün garipliği ile bana dert yanarcasına hoş geldin vefasız deyişini iliklerimde hissederek, iyice köhneleşmiş ve mozaikleri dökülmüş kırık dökük beton basamaklarından adım adım çıkıyorum, hemen merdivenlerin yanı başında nazlı hilalin bir zamanlar üzerinde dalgalanmasıyla gururlu dik duruşundan eser kalmadığı ve paslı yılların korozyonuna uğramış bayrak direği yol veriyor önce bana. Sonra kapısında en azından kilit beklediğim kırık ve yerde parçalanmış ahşap kapısıyla karşılaşıyorum…Bu harabe hali içimi burkuyor, işte içerdeyim hemen karşımdaki kapı küçük öğretmenler odası, sağında ve solundaki kapılarsa, topu topu iki sınıfı olan dersliklere açılıyor, önce yerlere saçılmış öğretmenlere ait yıllıklar sararmış sayfalarıyla dikkatimi çekiyor, farelerin cirit alanına dönmüş öğretmenler odasına girmeden sağda ki kapıya yöneliyorum köyün bilmem hangi resmi işinde çalıştırılmış işçilerin üzerine birkaç parça sünger sererek yatakhaneye dönüştürdükleri emektar, güvelerin delik deşik ettiği sıralarla karşılaşıyorum, artık bu vefasızlık ve insafsızlık karşısında kendimi bitkin hissediyor ve 30 yıl önce ki sırama adeta yıkılırcasına oturuyorum. Etrafı gözlerimdeki nemle izlemeye koyuluyorum. Okuma sevgimi kazandığım o tatlı masal kitaplarını arıyor gözüm lakin bu kitapların burada bulabileceğim en son şey olacağını fark ediyorum. Üzerinde bir zamanlar hayallerimizin kavrayamadığı ve teoride öğrenmekte güçlük çektiğimiz siyasi ve coğrafi haritalar, insan vucudunun iç organlarını tanıdığımız küçük bir plastik biblo, işe yaramaz miadını doldurmuş parçalanmış kitaplar…

Kendimi bu manzaradan bir an için soyutlamak istiyor ve çocukluğuma dönüyorum;

Hafta sonları evimizin yakın olması ve Köy öğretmeninin evimizde kalıyor olması dolayısıyla, yaz tatillerimizde hafta sonları bayrak çekip indirme görevi bize düşerdi ve öğretmenden aldığım izinle bana bu fırsat okuma bayramı olurdu. Bir haftalık kitap stokumu yanıma alır diğer hafta sonuna kadar diğerleriyle takas edinceye dek bu hayal dünyasına dalardım, gah tek gözlü devin elinden prensesler kurtarır gah ta anka kuşunu aramaya çıkardım, bu işin en güzel yanı evin köşkünde saman yastıkların üzerine uzanıp çekirge sesi altında sayfalarca okuyup bıkmıyor olmamdı. Tabi o dönemler Televizyonun, gazetenin, derginin olmadığı düşünülürse anlatılan veya okunan masalların çocukluğumuz için ne kadar önemli olduğunu tahmin edebilirsiniz. Araba olarak, resmi jipleri , DSİ damperlilerini ve de tek tük (aşırı yolcu rağbeti nedeniyle içi dolarak yer kalmamışken arka tamponuna basarak ve üstündeki eşya bagajına tutunarak gençlerin yolculuk yaptığına sık sık şahit olduğumuz) Ford minibüslerin dışında hayalini bile kuramadığımız araçların olduğunu yıllar sonra öğrenebildiğimiz bu dönemlerde Kitaplar çok değerli birer hazine olmalıydı.

Oturduğum bu yarı çürük sırada, köşede yuvalanmış fare tıkırtısıyla derin hayallerden uyanıyor, onların mesken edindiği bu mekanda onları daha fazla rahatsız etmemek düşüncesiyle ve gerçeğin acıtan kısmından kurtulmak istercesine hızlı adımlarla geldiğim köhne koridoru bir kaç adımla sonlandırıp dışarı atıyorum hayallerimin yorgun vucudunu.

Selami Gümüş- İstanbul 2007

Bu İçerik 346 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi