Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Merdiven Altından Üniversiteye

Ayhan Dede

Zeki Bey, yokluklar yoksulluklar içinde gençliğinin en güzel yıllarını heba etmiş, sonunda bir iş bulabilmişti. Umutları yeşermişti. Çalışacak, yükselecek, insanca yaşayacak düzeyi yakalayacaktı. Bunu yapacak yeteneklere sahipti, ama nasıl yapacaktı. Zaman, Zeki Bey’in yetişme tarzına ve karakterine uymuyordu.

Zeki akıllı, dürüst, saf bir kişiliğe sahipti. Sarışın orta boylu, yeşil gözlü ama pek yakışıklı olmayan birisiydi. Zekâsı iyi olsun diye adını Zeki koymuşlardı. Zekiydi ama şanslı değildi. Ne iş yapsa mutlaka bir aksilik çıkar, yaptığı işi yüzüne gözüne bulaştırırdı. Çünkü zamanın gerektirdiği şeytanca düşüncelere sahip değildi. Yaptıklarını doğru bildiği için yapar, bundan birilerinin rahatsız olabileceğini, birilerinin hoşuna gitmeyebileceğini sezemezdi. Çetin şartlarda yetişmiş, mücadeleyi, zoru seven bir yapısı vardı. Çok yoksul bir aileden geldiği için liseyi bitirmiş fakat ilerisini okuyamamıştı.

Askerlik görevini tamamlayıp İstanbul şehrinde bir iş bulmuştu. İşe alınırken lise mezunu olduğunu gizleyip yalnızca okur, yazarlığı olan bir köylü rolü oynamıştı. Fabrikada meydancı denen bir görev verilmişti. Eğer böyle davranmasaydı işe alınmayacaktı. Çünkü, o dönemde ülkede yaşanan olaylar iş verenleri böyle davranmaya itmişti. Siyasi olaylara karışmamış saf köylüleri işe alıyorlardı sadece. Eğitimli, düşünen, haklarını arayan ve almak için direnen insanları değil çalıştırmak, işten çıkarıyorlardı. Ülkenin böyle bir kaosa sürüklenmiş olması Zeki’nin suçu değildi elbette. Ama durumu sezdiği için işe girmenin gereğini yapmıştı. Zira evliydi, bir de çocuğu vardı. Onların geçimini temin etmeliydi. Çocuğun geleceği vardı. Okuması, işe girmesi, askerliğini yapması, evlenmesi gibi sorunları vardı. Diğer ülkelerde devlet vatandaşlarının bu sorunlarının garantörüydü ama ülkemizde değildi. Doğup büyüdüğü yerlerde geçimini temin edemeyeceğini anlamıştı Zeki. Bu yüzden büyük şehir bellediği İstanbul’a gitmişti işe girmek için. İş bulmuştu ya, sıra bu iş yerinde yükselmeye, iyi bir görev üstlenmeye gelmişti. Ancak bir süre böylece çalışmalıydı. Fabrikada kim ne iş verirse onu yapacaktı itiraz etmeksizin.

Çalışmalar başladı fabrikada. Zeki yeni bir çalışma sistemiyle karşı karşıyaydı. Sabah belli bir saatte gelinip kart basılacaktı. İmalatta çalışan işçilerle gelecek, onlardan bir iki saat sonra iş bırakacaktı. Fabrikanın postaya verilecek evraklarını götürüp postalamak, memur, müdür şef vb. kadrosunda olanların odalarını temizlemek, fabrika içerisinde çeşitli evrak ve değişik malzemeleri içerideki birimler arasında getirip götürmek, ortak kullanılan tuvalet, koridor vb. alanların temizliğini yapmak gibi görevleri vardı. Zeki, bunların hepsini çabucak yapıyor kendisine boş zaman yaratıyordu. Yaratmalıydı, çünkü hedeflerine ulaşmak için böyle zamanlara ihtiyacı vardı. Zaten bu işler ona basit geliyordu. Çünkü daha zor işler yapmaya alışkındı. Ayrıca hep böyle meydancı kalacak değildi ya hedefleri farklıydı. Hedefleri yüksekti. Odalarını temizlediği memurlar da kendisi gibi lise mezunu insanlardı. Bunu kendine yediremiyor, onlardan emir almak zoruna gidiyordu. Evet, okumalıydı, onlar gibi memur olmalıydı.

Fabrikada merdiven altında bir yer hazırladı kendisine. Burada onu kimse fark edemiyor gereksiz yere iş emredemiyordu. Üniversiteye hazırlayan birkaç kitap edindi kendisine. Merdiven altındaki bu küçücük yerde zaman buldukça kitaplardan çalışıp üniversite sınavına hazırlanmaya başlamıştı Zeki. O’nu ortalıkta göremeyenler postaneye evrak götürmüş olabileceğini düşünüyor, aramaktan vazgeçiyordu. Böylece bir süre rahat çalışabiliyordu. Ayrıca akşamları televizyondan açık öğretim derslerini takip ediyor, buradaki bilgilerden de faydalanıyordu. O zamanlar üniversite sınavları iki aşamada yapılıyordu. Birinci aşama seçme, ikinci aşama yerleştirme sınavıydı.

Zeki ilk sınava girdi ve bir süre sonra sonuçlar açıklandığında sınavı geçmiş olduğunu gördü. Bu, O’nu iyice cesaretlendirdi. Çünkü liseden mezun olalı aradan altı yıl geçmiş, bilgileri eskimişti. Kolay değildi sınavları başarmak O’nun için. Liseyi yeni bitiren binlerce öğrenci sınavları geçemiyordu, dershanelere gidip destek almak zorunda kalıyorlardı. Zeki sınava girdiğinden fabrikada kimseye bahsetmiyor, sır gibi saklıyordu. İkinci aşama sınavı için yine merdiven altında çalışıp, sınavı geçmeyi ve açık öğretime kayıt yaptırmayı düşünüyordu. Ancak bu şekilde okuyabilirdi. Eşini ve çocuğunu Anadolu’da baba evinde bırakıp gelmişti İstanbul’a. Onlar da sabırsızlıkla bekliyorlardı İstanbul’a gelecekleri günü. Baba evindeki yoksul yaşam onların da canına tak etmişti. Asgari ücretle İstanbul’da geçinmek çok zordu. Memur olabilirse maaşı yükselecekti. Zeki bunun mücadelesini vermekteydi fabrikada. Yaptığı işleri savsaklamadan, çok iyi yapıyordu. Bir zaman sonra fabrikadaki memurlar Zeki’den şüphelenmeye başlamışlardı. Kendi aralarında O’nun ilkokul mezunu bir kişi olamayacağını, en az liseyi bitirmiş olabileceğini konuşuyorlardı. Bu arada Zeki ikinci aşama sınavına da girmişti. Sınavı başaracağından ümitliydi. Fabrikada bir memur kadrosuna ihtiyaç duyulmasını beklemekte idi. Bir gün memurlar, Zeki’ye bir evrak verip kendisiyle ilgili bilgileri yazmasını istediler. Evraktaki bilgileri yazıp götürdüğünde, sen hangi okul mezunusun diye sordular. Zeki artık saklamaya gerek yok düşüncesiyle öğretmen lisesi mezunu olduğunu söyledi. Belli oluyor zaten, ilkokul mezununun böyle düzgün ve güzel yazı yazması beklenemez dediler.Memurlar, fabrikada memura ihtiyaç olduğunda seni önereceğiz diye söz verdiler. Zeki bir hayli sevinmişti. Hayalleri gerçekleşecek miydi acaba ? Hani öyle ahım şahım hayali de yoktu. Aslında gayet mütevazi hayal. Asgari ücretle değil, aile geçindirebilecek bir ücretle çalışabilseydi…

Gerisi kolaydı. Yeteneklerini kullanacak, kariyer yapacaktı ileriye yönelik. Çok çalışıp başarıdan başarıya koşacaktı. Hem kendisi kazanacak hem işyerine kazandıracaktı. Öyle bir eleman olacaktı ki, işveren O’nun işine son veremeyecekti. Verse bile başka fabrikalar onu hemen kapacaktı. Bu piyasada aranan ama kolay bulunamayan bir eleman olacaktı. Tahsilini açık öğretimden sonra da devam ettirecekti lisansüstü eğitim görecek, doktorasını tamamlayacaktı. Olanakları elverdikçe kariyerini sürekli yükseltecekti. Bunlar biraz uzak hedeflerdi ama kararlıydı. Yeter ki imkân verilsin, başarabilirdi.

Kendisine güveni tamdı. Bunları düşündükçe yeşil gözleri parlıyor, etrafına enerji veriyordu adeta. Öyle ki bir gün fabrikanın girişindeki sekreterin karşısında bulunan koltukta oturup hayale daldığında birden sekreter:

- A a a! senin gözlerin yeşilmiş, ne kadar güzel gözlerin varmış, dedi. Bir yıla yakın sürede ilk defa gözlerinin rengini fark etmişti sekreter. Çok yakışıklı olmadığından dikkatli bakmamış demek. Biraz da sivilceli bir yüzü vardı. Bu cümleyle birden kendine gelmişti Zeki.

Utandı, yüzü kızarmıştı. Kalktı, dışarı çıktı. Muhasebe müdürü arabasından inmiş kapıya doğru ilerlerken:
- Zeki arabayı yıkayacak vaktin var mı? Varsa al anahtarları, bir zahmet içini dışını temizle dedi.

- Tabi Zeki Bey, sizin arabanızı yıkarım. Başkası olsaydı işim var derdim.

- Neden peki?

- Siz, insanlara değer veriyorsunuz da ondan.

- Sağ ol Zeki, sağ ol adaşım. Tabii ki değer vermek lazım, ama değeri kadar. Anladın değil mi?

- Elbette müdürüm, anlamam mı?

Anahtarları verip içeri girdi müdür. Zeki’yi severdi. Ne iş verirse Zeki başarıyla yapardı. Bu yüzden O’na ayrıcalıklı davranırdı. Postaneye gönderirdi, gereğinden fazla para verirdi, Zeki, kalan parayı kuruşuna kadar geri getirirdi. Postane uzak olmasına rağmen yürüyerek gidip gelirdi. Fabrikanın parası, ne olacak bineyim dolmuşa, demezdi. Arabası biraz eski, murat 124 marka bir arabaydı. Zeki, araba sürmeye çok meraklı olduğundan sağa sola çekmeyi öğrenmişti. Bindi biraz kenara çekip yıkadı arabayı. Sonra götürüp teslim etti anahtarları.

Aradan birkaç gün geçmişti. Yine dışarıda dururken ticaret müdürü indi arabadan bu defa. Zeki’yi, muhasebe müdürünün aracını yıkarken görmüştü. Bu kez kendisi da yıkatmak istedi arabasını.

- Zeki, al anahtarları şu arabayı yıka, dedi.

- Yıkayamam Cemil Bey, işim var, dedi Zeki.

- Muhasebe müdürüne gelince işin olmuyor da bize gelince mi oluyor?

- Hayır öyle değil Cemil Bey, gerçekten işim var.

- Yahu sen al yıka şu arabayı, ben senin işini başkasına yaptırırım, uzatma hadi.

- Peki Cemil Bey, yıkarım ama fabrikada bana kimse laf söylerse siz sorumlusunuz.

- Hadi hadi, tamam ben sorumluyum, kimse bir şey söyleyemez.

Dedi ve yürüdü içeri girdi. Zeki istemeye istemeye aracı yıkamak için yolun kenarına doğru çekti.Yol meyilli olduğu için su akıp gidiyordu. Fabrikanın önünde birikinti oluşması önlenmiş oluyordu. Biraz fazla ileri gitmişti. Hortum yetişmedi. Biraz geri manevra yapmak istedi. Geri manevra esnasında nasıl olduysa yoldan geçmekte olan kapalı kasa bir kamyon Zeki’nin kullandığı aracın arka tamponundan takılıp yolun eksenine dik hale getirdi aracı. Zeki frene basınca araç stop etmişti. Yol fabrika binasına paralel olduğu için gürültüye fabrikada çalışan herkes dışarıya fırlamıştı. Gürültüye bakılırsa kaza çok büyüktü. Ancak sadece aracın arka tamponu ile arka sol taraftaki çamurluğu biraz hasar görmüştü. Zeki araçtan inerek kamyon sürücüsüne:

- Kör müsün ? Neden bu kadar yakınımdan geçip kaza yaptın dedi. Kamyon sürücüsü hatalıydı. Hiçbir şey söyleyemedi. Sadece geçmiş olsun kardeşim dedi. Kamyonun arkasından gelen bir minibüs sürücüsü olaya tanık olmuştu. Aracından indi kaza yerine doğru yürüdü. Bu arada kaza yerinde bir hayli kalabalık oluşmuştu. Aracın sahibi Cemil de oradaydı. Cemil kısa boylu, sert mizaçlı, kısa saçlı, buğday tenli birisiydi. Saçları kirpi gibi yukarı doğru dikilmişti. Zekiye bağırıp çağırıyordu. Minibüs sürücüsü Cemil’e yaklaşarak;

- Bu araç senin mi kardeşim? Dedi. Cemil adama doğru dönerek:

- Sen kimsin kardeşim, sen bir karışma bakalım, dedi. Minibüs sürücüsü:

Olayın ilk tanığı benim, niye susayım. Bu adamla ( kamyon sürücüsünü göstererek) çoktan beridir aynı güzergâhta geliyoruz. Kaç kişi bunun hatalı araç kullanmasından dolayı kazayla burun buruna geldi. En son burada kazayı yaptı. Kesinlikle bu adam hatalıdır, dedi. Zeki’nin ehliyeti yoktu. Bunu herkes biliyordu. Polis çağırmama kararı alındı. Kamyon bir başka fabrikanınmış. Cemil bağırıp çağırmaya devam ediyor, Zeki’ye, “ Bunu sana ödeteceğim” diyordu. Zeki korkmuştu, ürkmüştü. Yeşil gözleri solmuştu. Cemil’e yanıt vermedi. Çekilip bir kenarda olayı izlemeye başladı. Yanına fabrikanın memurları yaklaşarak; korkma hiçbir şey olmamış gibi davran, aracı yaptır derlerse kabul et, biz sana yardım eder yaptırırız, hiçbir masrafın da olmaz, dediler. Cemil’i onlar da sevmiyordu. Cemil fabrikanın şoförüne dönerek:

- Ümit, çalıştır fabrikanın önüne çek şu arabayı. Bir yere kaybolma öğleden sonra servise göndereceğim sen götürürsün, dedi. Ümit arabayı çekerken Zekiye doğru yürüdü Cemil. Hırsını dindirememiş olacak ki yine bağırıp hakaretler yağdırmaya başladı. Elleri cebinde bir o yana bir bu yana yürüyüp, konuşuyordu.

- Sen benim nasıl b…tan bir adam olduğumu biliyor musun? Ben sana fabrikanın önünde yıkaman için vermiştim anahtarı. Sen niye yol kenarına çekiyorsun? Kimden izin aldın? Madem kullanmayı bilmiyorsun ne diye bindin arabama?

Zeki, Cemil’i sabırla dinledikten sonra: - Cemil Bey, eğer bu kaza olmasaydı aracının temizlenmiş olmasına sevinecektin değil mi? Bana ve benim gibilere emir vererek arabanı yıkatmak da ayrı bir zevk veriyordur tabii ki sana, değil mi? Senin nasıl b…tan bir adam olduğun belli zaten. Aracını yaptırırız olur biter, bu kadar hakaret yağdırmana ne lüzum var sanki. Diğer memurların da anlamlı bakışlarından rahatsız olmuş olacak ki hiçbir şey söylemeden dönüp kalabalığa doğru yürüdü. Muhasebe müdürü:

-Cemil Bey, çocuğun üzerine o kadar gitmene gerek yoktu. İki fabrika üç kuruşluk masrafını karşılamayacak mı sanki senin. Gidelim, kamyonun sahibi fabrika yöneticileriyle konuşalım, masrafın yarısını ödesinler.

Kalan yarısını da ben ödeyeceğim. Bu akşam arabasız duramam diyorsan benimkini alabilirsin, dedi. Kamyon sürücüsünden fabrikanın telefon numaralarını aldılar. Kamyon sürücüsüyle beraber içeri girip, diğer fabrikanın yönetimiyle konuştular. Masrafın tamamını öderiz demişler. Kalabalık dağıldı. Herkes işinin başına gitti. Zeki üzgündü. Gidip merdivenin altında oturdu. Neler olabileceğini düşünmeye başladı. İşine son verebilirlerdi. Korktu, üşür gibi titreme geldi birden. İşimden olursam bir daha nasıl iş bulabilirim? Sonra beni umutla bekleyen eşime ne derim? İş olmadan koca İstanbul’da ne yaparım ben, diye düşündü. İyisi mi kalkıp bir şeylerle meşgul olayım dedi kendi kendine. Kalktı çalışmaya, her günkü işlerini yapmaya başladı. İki gün çalıştı bu şekilde. Üçüncü günün sabahı işe gittiğinde kart basmak üzere iken memurlardan Hasan: - Zeki kart basmadan benim odama kadar gelir misin? Dedi. Zeki anlamıştı.

Düşündüğü gibi işine son verilmişti galiba. Kartı yerine bırakıp gitti.

Hasan sıkıntılıydı. Moralinin bozuk olduğu yüzüne yansımıştı.

–Bak Zeki; insanın başına bazen böyle şeyler gelebilir. Böyle olacağını biz bile tahmin edemedik. Disiplin kurulu toplanmış senin iş hakkını fesih etmiş. İtiraz hakkın var, ama sonucu değiştiremezsin, çünkü disiplin kurulu üç kişiden oluşur. Bunlardan ikisi ticaret müdürünün lehine davranmış. Birisi zaten kendisi, diğer iki üyeden biri muhasebe müdürü biri de sendika temsilcisidir. Muhasebe müdürü Zeki Bey, senin lehine oy kullanmış ama ikiye karşı bir oy yetmiyor. Zeki’nin tepesine kaynar su dökülmüş gibi oldu. Aniden terlemeye başlamıştı. Yanındaki sandalyeye oturdu. Bak Hasan, dedi. Cemil’in yaptığı zoruma gitmedi. Çünkü onun aracına çarptılar, sorumlusu beni gördü. Bu doğal. O öyle düşündü, bir diyeceğim yok. Ama sendika tensilcisi denen herif işçiyi savunacağına Cemil’den yana olmuş. Bunda belki bir çıkarı var veya yağcılık olsun diye öyle davranmış olabilir. Ancak bu adam bu fabrikadaki işçilerin hakkını savunmaz, onları satar. Bunu işçilere birisinin söylemesi gerekir. Bunu ben söylemeliyim. Bir de Cemil denen herife bir cümle kullanıp ayrılacağım. Bana bir saat izin verin, arkadaşlarla vedalaşayım. Hasan, tazminat ve diğer hak edişlerin karşılığı olan çeki uzattı Zeki’ye.

–Muhasebeye git paranı al, ondan sonra da arkadaşlarla vedalaşabilirsin, dedi. Zeki çeki alıp çıktı. Önce muhasebeye oradan da imalathaneye gitti. İşçilere durumu anlattı. İşçiler sendika temsilcisini değiştirme konusunu tartışmaya başladılar. Zeki vedalaşıp ayrıldı. Az sonra Cemil’in odasındaydı. Cemil Zeki’yi birden karşısında görünce rengi değişti. Zeki: - Rahat ol Cemil Bey, dedi. Ben senin gibi adileşmem. Dün bana bir şey demiştin ondan dolayı seni tebrik etmek için gelmiştim. Dediğin gibi gerçekten de b…tan bir adammışsın. Sözünü tuttun, öyle birisi olduğunu ispatladın. Tebrik ederim. Cemil kafasını eğdi, yere baktı. Eliyle çık işareti yaptı. Zeki kapıyı hızla kapatıp çıktı. Buraya tekrar gelecekti ama olsun. Cemil’e gözükmek zorunda değildi. Üniversite sınavları ile ilgili olarak adres fabrikayı göstermişti. Mecburdu tekrar gelmeye.

Yolda yürürken ne yapabileceğini düşünüyordu. Kalacak yeri vardı. Bir akrabasında misafir olarak kalıyordu. Sorunu bu değildi. Para kazanmalıydı. Düzenli bir işi olmalıydı. Eşini ve çocuğunu getirip geçindirmeliydi. Onlara bir gelecek sağlamalıydı. Bir başına olsa neyse. Bir boğaz nerde olsa doyurulur. Bir kişi nerde olsa barınabilir. Ama sorumluluğunda iki kişi daha vardı. Zeki’yi en çok düşündüren, en çok kahreden buydu. İş bulmalıydı, ama doğru düzgün bir iş olmalıydı. Kaderi bir iki kişinin dudakları arasında olmamalıydı. İyi ki bu işe güvenip ailemi getirmemişim buralara diye düşündü. Yürürken birden aklına geldi. Bir arkadaşı vardı, ondan yardım isteyecekti. O’nun çevresi vardı. Tanıdıkları çoktu. Hiç olmazsa geçici bir iş bulmalıydı.

Arkadaşının çalıştığı ekmek fırınının yanından geçerken O’nu gördü. Arabaya kasalarla ekmek yerleştiriyordu. Servise çıkacaktı. Yaklaştı, selamlaştılar.- Dündar servise çıkıyorsun galiba, dedi. –Evet, işin yoksa gel beraber çıkalım, dedi Dündar. Zeki böyle bir teklifi bekliyordu zaten. Biraz rahatlamış kafasındaki düşünceler dağılmıştı. Binip araca yürüdüler. Yolda giderlerken durumu Dündar’a anlattı Zeki. Dündar:

- Ulan tam zamanında söyledin. Bak hemen dönüşümüzde bizim patronun diğer fırınında bir iş olacaktı, kimseyi almadılarsa sen çalış bir süre orada, dedi. Birkaç markete uğrayıp ekmekleri bıraktıktan sonra iş yerine döndüler. Dündar fırın sahibine durumu anlattı. Adam teklifi kabul etti. Yarın sabah erkenden gelsin başlasın, dedi. Zeki, Dündar’a ve iş verene teşekkür edip ayrıldı.

Ertesi günü çok erkenden kalkıp fırında çalışmak üzere işe gitti. Kendini şanslı sayıyordu, iş bulmuştu ya. Dört tekerlekli el arabasıyla yakındaki bakkallara ekmek götürecekti. Bakkalları bilen bir işçiyle birlikte çıkıp yapacağı işi öğrendi ilk günü. Ertesi günü işi devralıp devam etti. Bu arada devamlı bir iş aramanın yollarını düşünmeye başladı Zeki. Bir süre böyle çalıştı. Birkaç tanıdığına da iş aradığını söyledi. Bir ay zaman geçmişti. Başka iş bulamamıştı. Ancak üniversite sınavlarının sonuçlarının açıklanma zamanı gelmişti. Eski çalıştığı fabrikaya gitti bir akşam üstü. İşçilere gelen mektupları çay ocağına bırakıyorlardı. Çaycıya sordu:

- İshak, bana bir resmi evrak gelecekti, geldi mi? Sana verdiler mi böyle bir evrak? Çaycı temizlik yapıp ocağı kapatmaya hazırlanıyordu. İşini bırakıp üst raflardan birine uzanırken:

-Ben de seni nasıl bulacağımı düşünüyordum dünden beri. Bu evrak dün geldi. ÖSYM yazıyor üzerinde. Senin ne işin olabilir üniversiteyle dedi. Zeki zarfı aldı hemen oracıkta açtı, sonucu okudu. Gözleri, parıldayan yeşil bir boncuğu andırıyordu. Eğitim yüksek okulunu kazanmıştı. Buna çok sevinmişti. Çaycı önce şaşırdı, daha fazla dayanamayıp sordu:

- Zeki çok sevinmişe benziyorsun. Üniversitede işe mi girdin yoksa? Zeki,

-Hayır, öğretmen yetiştiren bir okul kazanmışım, çocukluktan beri bunun hayalini kurardım. Bu güne kısmetmiş, dedi. Çaycı iyice şaşırmıştı.

-Yahu sen ilkokul mezunu değil miydin? Nasıl olur da üniversite kazanırsın? Ben bu işten bir şey anlamadım. Anlayana aşk olsun, dedi. Zeki iyi akşamlar dileyip fabrikadan ayrıldı. Çaycıya, bilerek fazla bir açıklamada bulunmadı. Nasıl olsa çaycı yarın bunun yaygarasını yapar fabrikada, bu da benim işime gelir, diye düşündü. Görsünler basit bir nedenden işine son verdikleri Zeki’nin kim olduğunu.
Yürürken topukları neredeyse kıçına değecekti sevincinden. Okulu kazandıktan sonra bitirmesi kolaydır. Çok çalışırım derslerime, liseyi yeni bitirenlerle aramdaki açığı kapatırım. İşimin adı ne, diye düşünürken birden yavaşladı. Az önceki sevinci ve yürüyüşünden eser kalmadı. Birden bir hüzün kapladı içini ve durgunlaştı. Nasıl okuyacaktı ki? Kim O’nun masraflarını karşılayacaktı. Hüzünlü sevinç haliyle arkadaşı Dündar’a gitti. Durumu anlattı. Dündar yağmasa da gürledi.

–Ulan oğlum hayatında kaç kez böyle bir fırsatı yakalayabilirsin. Git kaydını yaptır okula, yurtta barınırsın senin yol ve yemek masraflarını ben karşılayacağım, dedi. Zeki biraz olsun rahatlamıştı. Söylediklerini belki yapamazdı Dündar ama moral olmuştu bu sözleri. Sıra eşini ikna etmeye gelmişti. Bir mektup yazdı hemen, durumu ve okulu ne kadar çok istediğini anlattı. Baba evinde iki yıl daha sabretmesini istedi.
Zeki işine devam ederken bir yandan da okulun bulunduğu şehri merak ediyor, düşünüyordu. Acaba geceleri çalışacak bir iş bulabilir miyim? Böylece bütün masraflarımı karşılarım kimseye muhtaç olmadan. Hatta ailemi bile getirebilirim belki yanıma. Bir gidip kayıt yaptırayım da Allah büyüktür. Belki bir fırsat çıkarır karşıma.

Bir süre sonra beklediği yanıt gelmişti eşinden. Eşi razı olmuyordu okumasına. Kısa yoldan iş bul beni buralardan kurtar diyordu ve ekliyordu. Okulu çok istiyorsan git oku ama bana yetişmeyeceğini bil. Ben o zamana kadar ölürüm. Zeki, neden böyle bir yanıt aldığını biliyordu. Eşi ile anne ve babası anlaşamıyorlardı. Hiçbir şey olmaz, iki yıl dediğin ne ki çabucak gelip geçer, her şey düzelir, diye düşündü. Kararını vermişti, okuyacaktı. Hayalini her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmeliydi. Hazırlıklara başladı. Zira kayıt yaptırma süresi dolmak üzereydi. Çalıştığı iş yeri sahibiyle ve arkadaşlarıyla helalleşip vedalaştı. Eski çalıştığı fabrikaya uğrayıp orda da değer verdikleriyle vedalaşıp İstanbul’dan ayrıldı yeni umutlara, yeni bir hayata başlamak üzere.

Okula kayıt yaptırıp şehri tanımaya koyuldu. Birkaç arkadaşla tanıştı. Kısa zamanda onlarla kaynaştı. Durumunu paylaştı. Okulun bulunduğu yerde yurt vardı. Müracaat edip hem yurda yerleşti, hem de katkı kredisi sağladı. Okulun birinci yılını bu kredi ve İstanbul’daki birikimi ile tamamladı. Zamanla çevreyi iyice tanımıştı. İkinci yıl için çalışabileceği iş bulmuştu. Ailesini de yanına alarak okulu bitirdi. Çok sevdiği öğretmenlik mesleğine başladı.

Hayal ettiği bir çok şeyi mesleki çalışmaları ve yaşamı boyunca gerçekleştirdi.

Bu İçerik 347 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi