Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Öldüren Kıskançlık

Mustafa Tilci

Yaşlı kadının ölümüyle boşalan bu küçük eve çok çabuk talipli çıkmış, mahkeme evi ucuz bir fiyata genç bir çifte satarak parayı da vasiyette belirtildiği üzere bir hayır kurumuna teslim etmişti.

Şehrin gürültüsünden uzak bu evi ucuza kapattıklarından ötürü sevinen genç çiftin iki yaşlarında birde çocukları vardı. Adam defterdarlıkta çalışan bir memur kadın ise evinin hanımıydı. Ulaşım zorluğundan ilkin pek alışamasalar da etrafı şeftali bahçeleriyle çevrili olan bu ev onlar için her türlü kötülükten ırak, şehrin gürültüsünün ulaşamadığı sakin bir mekandı. Böylece aradan aylar geçti. Ama hiçbir yer yoktu ki oraya felaketler, acılar, çileler ulaşmasın…

Bir gün çok feci bir olay oldu. Kadın içeride ev işleriyle meşgul iken dışarıda oynayan çocukları ansızın ortadan kayboldu. Çocuğun yokluğunu fark eden kadın acı içinde saatlerce çocuğunu aradı. Babaya haber verildi. Birlikte gitmedikleri yer sormadıkları kimse kalmadı. Ama çocuk kuş olup uçmuştu sanki. Henüz yeni yürümeye başlayan bu çocuk nereye gidebilirdi ki? Kendi başına bir yere gidemeyecekse demek ki nur yüzlü çocukları kaçırılmıştı. Bütün ihtimaller düşünüldü kim yapmış olabilirdi? Düşmanlık ettikleri kimseleri yoktu. Peki kim yapmıştı bu caniliği? Kim?…

Kadının feryatları arşı inletiyordu.

- Adını Yusuf koyarken kaderinin de Yusuf a benzeyeceğini nerden bilirdim ben?

Diye acı acı ağıtlar yakan kadın sonunda üzüntüsünden yataklara düştü. Ne çare giden geri gelmedi. Doktorlar yeni bir çocuğun anneye diğerini unutturacağını söylediler. Bir yıl sonra yeni bir erkek çocukları olsa da kadın ilk göz ağrısı Yusuf’unu unutamadı ve evin her yanını onun hatıralarıyla döşeyerek onun anısını yaşatmaya çalıştı. Kocası her ne kadar bu evden gidilmesi gerektiğini düşünse de kadın bir türlü razı olmadı.

Böylece aradan uzun yıllar geçti. İkinci çocukları Kenan büyüdü, İktisat Fakültesini bitirerek bir işletmede personelden sorumlu müdür olarak işe başladı. Bir müddet sonra Antalya da öğrenim görürken tanışıp çokça yardımını gördüğü Hikmet adında bir arkadaşı Kenan'ı telefonla aradı. Havlu üretimi yapan bir firmadan iş teklifi almıştı. Bursa ya gelecekti. Kendisine yardımcı olmasını istedi;

- Büyük şehirin imkanları daha geniş. Buralarda gelecek yok bize. Üç yıldır aynı seviyedeyim. Ama nedense annem pek istemiyor bu işi açıkçası Antalya dan, yanından ayrılmamı istemiyor ama ben onu ikna edeceğim. Dedi telefondaki genç.

Kenan;

- Üzülme anneler hep böyledir. Benim ki de öyle. İlla yanımızda olsun diye diretti. Onlar bir gün yuvadan uçacak küçük bir kuş gözüyle bakarlar çocuklarına.

Diye mukabele etti arkadaşına ve devamla;

- Sen gelirken anneni de getir. Misafirim olun belki buraların güzelliğini görünce oda fikrini değiştirir. Ne dersin?

- Aslında hiç fena fikir değil. Annemi ikna etmenin en iyi yolu bu galiba.

Kenan veda sözleriyle telefonu kapadıktan sonra annesini hadiseden haberdar etti;

- Umarım kızmadınız anneciğim. Sizden habersiz eve misafir davet ettim.

Anne önce yaşlandıkça bile güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan yay gibi kaşlarını çattı. O deniz mavisi bakışlarını oğluna çevirip sonra da;

- Çok ayıp oğlum. Diye çıkıştı.

- Bu ev senin de evin. Gayet tabii arkadaşlarını davet edeceksin,

- Ama annesiyle geliyor?

- İyi ya işte. Hem sana hem bana arkadaş geliyor demek ki.

- Şark köşesi namlı küçük ve nezih bir ortamda tanıştık onunla. Çok sevecen, cana yakın ve yürekli biridir. İnan görünce sende çok seveceksin. Babasını hiç görmemiş. O çok küçükken ölmüş babası. Kadın çalışmış çabalamış hem anne hem babalık yapmış oğluna. Ben Antalyadayken o bir firmada pazarlama müdürü olmuştu. Tek dostum o idi koca şehirde. Dersten arta kalan zamanlarda vaktim hep onunla geçerdi.

- Buyursun gelsinler oğlum. Dost kazanmak kolay değilken, böyle güzel dostlar kaybedilir mi hiç?

Kenan şükran ifadeleriyle annesinin boynuna sarılıp yanağına içten bir öpücük kondurdu. Sonrada;

- Benim annem bir tane bir tane. Yanaklarından değil yüreğinden öpülecek kadınsın sen aslında.

Diye şımartan sevgi sözcükleri ısmarladı annesine. Kadın şefkat dolu gözlerini oğlunun gözlerine kenetleyip ıslak ıslak baktı baktı…Yıllar öncesine gitti o bakışlar. Evvel zaman içinde kalmış bir acıyı tazeledi yüreğinde. O yürek yarası hatıra Yusuf’tan başkası değildi. Eğer yaşıyorsa boyu posu şimdi bu kadardır diye düşündü.

- Yusuf um! diye iç çekti. Ne olurdu senide bu halde görebileydim.

Kenan annesinin her sözünü ağabeyi Yusuf’un bahsiyle bitirmesine alışkındı. Kadının yıllar süren bu özlemini anlıyor fakat her hatırına getirişte kendini üzmesini istemiyordu. Bu kez kaşları çatılan Kenan’dı kızdı;

- Anne yeter artık. Kendine yazık ediyorsun. Bu Allah’ın takdiri…


Sana unut demiyorum ama her vakit onu anarak kendini bitiriyorsun. Allah sabrını deniyor senin. Eğer sabredersen elbet bir gün mükafatını alacaksın.

Dağı taşı inleten derin bir iç çekti kadın. Yaşlandıkça yüreği yufkalaşıyor. Tahammül sınırları zorlanıyordu.

- Keşke bir haberini duyaydım.

Diye başladı içli içli konuşmasına.

- Öldü diyeydiler. O zaman unuturdum belki, ümidim kırılırdı. Ama şimdi… Acabalarla yaşıyorum… Onsuz geçen rüyam yok. Her an bir yerlerden çıkıp anne diye bana koşacak sanıyorum. Ama gelmiyor oğul, bir türlü gelmiyor Yusuf’um…

Kenan annesinin kirpiklerine topaklaşmış gözyaşlarını sildi. Sonra oldukça müşfik bir edayla;

- Böyle konuşmaya devam edersen beni sevmediğini düşüneceğim. Allah Yusuf’ aldıysa sana Kenan ’ı verdi. Ona nankörlük edersen onu da almaz mı? O zaman ne yapacak sın?

- Sus oğul ağzından yel alsın. Sana kıyamam… Sen bana bakma ben sulu gözün tekiyim Allah bana gücenmez hem…

Sözlerinin bu kısmında kapının zili duyuldu. Gözlerindeki ıslaklığı kurulayıp kapıyı açtı kadın. Kocası Hikmet Bey gelmişti. Orta boylu siyah düz saçları yaşına meydan okuyan elli yaşlarındaki adam, gözlüklerinin arkasına gizlediği kahverengi gözleriyle içerdekileri selamladı. Eşi Zühre Hanım kocasının elindeki çantasını alırken adam;

- Ah şu minibüsler…

Diye başladı sinirli sinirli.

Kadın;

- Ne oldu yine bey burnundan soluyorsun?

- Ne olacak on kişilik minibüse yirmi kişi doldurmaya çalışırsan olan olur. Gelinceye kadar ter kokusundan bayılacak oldum minibüste. Yok yok böyle olmaz bunları şikayet edeceğim. Yoksa işimiz harap her gün bu çile çekilmez ki…

Kadın oğluna göz ucuyla bakıp göz kırptı. Kocasına ise alaylı bir tebessüm yolladı. Onlar alışkındı Hikmet Beyin yakınmalarına. Zühre Hanım eşinin çantasını çalışma masasının üstüne bıraktı. Mutfağa doğru giderken ;

- Şu metro inşaatı bitseydi bari. Senin içinde iyi olurdu. Hani işe giderken diyorum. Dedi.

- Yok hamın yok bunların bir iş yapacağı falan yok. Belediyelerde iş yok aslında. Oy istemeye geldi mi onlardan iyisi yok ama iş dedin mi ortada yapacak kimse yok… Şirket çalışmıyor mu bas cezayı kardeşim bak nasıl bitiriyorlar inşaatı. Bunlar öyle değil eşeği bağladım çayıra Mevla’m kayıra hesabındalar…

- Aslında çok haklısınız babacığım. Zaten sözleşmelerde öyle bir hüküm olmak zorunda. Ama uygulayan yok.

Diye söze karıştı Kenan. Uzun uzadıya bu mesele konuşuldu o gece. Ertesi gün Kenan arkadaşı ve annesini almak için otogara gitti. Evde de gelecek misafirler için hazırlıklar pastalar, börekler yapıldı.. Çok geçmeden Antalya dan gelen otobüsten arkadaşı Hikmetle annesi indi. Sarılıp öpüştüler sıra annesine gelmişti ki kadın Kenan’ın suratına manasız manasız bakıyor hiçbir tepki vermiyordu. Annesinin şaşkınlığına anlam veremeyen Hikmet;

- Ne oldu anne neyin var? Kenan hoş geldin diyor sana duymadın mı?.

Diye itiştirdi kadını. Kadın hayretini daha fazla gizleyemedi tebessüm ederek güçlükle konuşabildi;

- Aranızdaki benzerliğin sizde farkında mısınız?

Gençler birbirlerine bakarak gülümsediler. Değil farkında olmak bunu hemen herkesten duyuyorlardı. Ama biri Bursalı diğeri Antalyalı iki ailenin çocukları idi ve hiçbir akrabalıkları da yoktu. Soruya Kenan cevap verdi;

- Aslında bunu ilk söyleyen siz değilsiniz. Ama insan insana benzer.

Hepimiz Ademin çocuklarıyız yani hepimiz sonuçta aynı annenin çocuklarıyız.

Birlikte gülüştüler. Ama kadının içi rahat değildi. O acı acı tebessüm etti. Taksi kiralandı. Yola koyuldular. Kadın şehir hakkında durmadan sorular soruyor, bir taraftan gidilen istikameti diğer taraftan ise yolları kontrol ediyor sanki tanıdık bir yerler arıyordu. Eve yaklaştıkça Kadının beti benzi attı. Kurumuş bir gül gibi sararıp solmaya başladı. İçi sıkım sıkım sıkılıyor geri dönmek istiyordu. Oğluna imdat bekleyen bir kazazedenin bakışlarıyla bakan kadın endişesini oğlundan gizlemeye çalışarak;

- Bu gece otelde kalsaydık Hikmet’ im. Arkadaşlarını rahatsız etmeseydik. Şehir yeri belki müsait değillerdir.

Diye yalvarır gibi konuştu. Hikmet annesinin bu sözüne anlam verememiş gibi yüzüne garip bir bakış attı kadının;

- Buda nerden çıktı diye sordu sessizce.

Yüzünün rengi beyaz kağıt gibi olmuş kadına

Bu sözüne Kenan’da içerlemişti, konuşmak zorunda hissetti kendini;

- Böyle düşünürseniz vallaha gücenirim . Başımızın üstünde yeriniz var sizde benim bir annem sayılırsınız. Böyle şeylerin lafı mı olur?

Bu arada evin önüne gelmişlerdi.

- İşte geldik burası.

Dedi Kenan. Arabadan indiler. Kadın yıkılmış, bitkin bir vaziyette çevresine bakınıyordu. Mırıldanır gibi konuştu;

- Her şey çok değişmiş. Değişmeyen tek şey ise bu ahşap ev…

Hikmet annesinin ne dediğini anlamaya çalışır gibi onun yüzüne bakarken. Kadın çok uzaklara bir yerlere dalıp gitmişti. Tüm geçmiş bütün çıplaklığıyla gelip geçti gözleri önünden. –Ah felek! Kötü bir oyun oynadın bana diye düşündü. Oğluma arkadaş diye bula bula kimi buldun? İşte yolun sonu işte benim sonum…

Bir müddet öylece o ahşap binaya baktı kadın. Kenan;

- İçi de dışı gibi güzeldir evimizin, ben doğmadan önce vefat eden yaşlı bir kadından kalmış. O zaman buralar şehrin dışında şeftali bahçeleriyle çevrili bir yermiş. Başka bir taliplisi olmayınca bizimkilerde ucuz bir fiyata almışlar. Şimdi büyüyen şehrin ortasında kaldı. Dedi.

Kadın anlıyorum der gibi başını ağır ağır öne doğru salladı. İçinde kopan kıyametlerden, dahası birazdan kopacak kıyametten her iki gencinde haberi yoktu. Dahası onlar kendileri için takdir edilmiş rolü oynuyorlardı. Ağır adımlarla kapıya varıldı. Zühre Hanım misafirlerini karşılamak için çoktan kapıya çıkmıştı bile. Önde Kenan sonra misafir kadın, arkalarından da Hikmet içeri girdiler. Zühre Hanım misafirlerini güler yüzle karşılayıp selamlaştı. Tam Hikmet ’e sıra gelmişti ki Zühre Hanım put gibi kesildi. Gözlerini Hikmetin üzerinde gezdirdi boydan boya sonrada gözlerine kenetledi gözlerini öylece bakıyordu. Bu olamazdı. Kendini rüyada sandı. Her gece rüyalarını süsleyen Yusuf 'un hayaliydi önünde duran. Üstelik Kenan a benzerliği de inkar edilemeyecek derecede ve gerçekti. Nihayet yıllardır koynunda besleyip büyüttüğü Yusuf’un hayali gerçek olmuştu.

Fısıltı halinde;

- Yusuf ! oğlum !…

Diyebildi ancak sonrada kararan gözlerine yenik düştü. Hikmetin ayakları dibine yığılıverdi. Hadiselerin sır yumağı halinde birbirine karıştığı bir anda bunların ne anlama geldiğini düşünen gençler ne yapacaklarını şaşırdılar. Kenan Zühre Hanımı kaldırıp kanepenin üzerine yatırdı. Kolonya seanslarıyla kendine gelmesi sağlandı. Yıllarca vicdanını sesine kulak tıkayarak yaşayan kadın ise buğulanmış gözlerle uzaktan olayı seyrediyordu. Vicdanı şimdi olduğu kadar hiçbir zaman zorlamamıştı kendini. Çok geçmedi oda gözyaşı yağmuruna tutuldu. Bir yandan seneler öncesi işlediği caniliğe yanıyor, diğer yandan öz oğlu gibi büyüttüğü Hikmetinin elinden gideceğine ağlıyordu. Her iki kadının bu gizemli tavırları gençleri de çileden çıkardı sonunda Hikmet;

- Ne oluyor Allah aşkına? Birisi bana burada neler olduğunu anlatsın yoksa delireceğim.

Annesi son bir kurtuluş ümidiyle söze atıldı;

- Gidelim oğlum buradan ne olur gidelim?

- Ne demek gidelim anne bütün bu olanlar da ne demek? Yusuf kim? Hem bizim yüzümüzden bayıldı kadın nasıl bırakıp gitmeyi düşünürsün?

Kadın çaresiz susmak zorunda kaldı. Kenan açıklama gereği duyarak sözü aldı;

- Sizinle alakası yok Hikmetçiğim. Annemde herkesin düştüğü yanlışa düştü herhalde. Aramızdaki benzerlikten ötürü seni benim kayıp ağabeyim sandı. O hep o hayalle yaşıyor, bir gün çıkıp geleceğine inanıyor çünkü.

Hikmet;

- Üzüldüm dedi şimdi bu durumda ben sebep oldum hadiseye.

Bu arada Zühre Hanım yavaş yavaş yattığı yerden doğrulup oturdu. Sonra yürek yaralayan bir yalvarışla Hikmete seslendi;

- Geleceğini biliyordum. Öyle demiştin rüyamda. Senelerdir senin hasretinle yandım. Bunca yıl sonra annene sarılmayacak mısın?

Diye konuşabildi güçlükle.

Şaşkın yüz ifadeleriyle Kenan a baktı Hikmet. Ne yapmalıydı şimdi. Bir yanda acılar içinde yalvarır gibi ellerini uzatan bir yabancı kadın diğer tarafta ağlamaklı gözlerle onlara bakan anne. Bu ne ya Rabbim başıma gelen diye içini çekerek annesine baktı. Anne Zühreyi işaret ederek titreyen sesiyle konuştu;

- Sarıl ona Hikmetim. Yıllarca evlat acısıyla yanan o kadın senin annen.

Yarı baygın kadının başına çömelmiş olan hikmet şimşek gibi yerinden fırlayıp kalktı. Gözleri iri iri açılmış olduğu halde annesine bakıyordu. Ne söyleyeceğini şaşırmıştı kekeleyerek konuştu;

- Ne ? Ne diyorsun sen anne? Ne demek o senin annen?

- Evet oğlum bir gün sana her şeyi anlatacaktım. Bu vicdan azabıyla yaşayamıyordum artık. Kader bu şekilde karşılaştırdı hepimizi. Nasıl olsa bir şekilde öğreneceksin.

Kanepede yatan kadın, şaşkınlıktan adeta şoka giren iki genç pür dikkat bakışlarını bu kadına çevirmişlerdi.

- Belki benden nefret edeceksin. Belki beni kardeşinle bir olup kapının önüne koyacaksın, bir daha bu cani kadını görmek istemeyeceksin. Belki bundan sonraki ömrüm mahpus damında geçecek. Ama yinede anlatacağım her şeyi.

Sonrada yavaş yavaş yıllar önce olup biten şeyleri anlattı;

- İşte böyle tanıştık babanla. Fakat o beni hiçbir zaman sevgilisi olarak görmedi. Onun sürekli anlatıp durduğu Zühresi vardı. Onu benden daha çok seviyordu. Ben onun burnunun dibinde ona deliler gibi aşık ondan evlenme teklifi beklerken o bir gün Zühre’yle nişanlandığı haberiyle geldi bana. Yıkılmıştım. Ben ona uzaktan gözyaşı dökerken onun umurunda bile değildi. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir şişe dolusu ilaç içtim o gece ama erken müdahale ettiler ölmedim, ölemedim. Ama gerçekte ben zaten ölmüştüm. Benim yıkılan gururum üzerine Hikmetle Zühre mutluluk sürecekti. Buna katlanamazdım. Onlara en büyük kötülüğü yapacaktım. Onlarda benim gibi ömür boyu çile çekeceklerdi. Aylar, yıllar onları izledim bir açıklarını yakalayıp yuvalarını yıkacaktım. Taki o güne dek. Bir çocukları olmuştu. Onu her şeyden çok seviyorlardı. Aklıma bir hinlik geldi. Çocuklarını onlardan çalarak hayatlarını söndürecektim. Sonra bu eve yerleştiler. İşim daha kolaylaştı. Bir gün dışarıda yalnız başına oynarken çocuğu alıp kaçtım. Niyetim onu bir dereye atmaktı. O kadar kin doluydum onlara. Ama çocuğu kollarım arasına alınca Hikmetimin kokusunu duydum onda. Babasının tıpkısıydı bu çocuk ve kollarımın arasındaydı. Ona kıyamadım ve onu Hikmetimin bir hatırası olarak büyütmeye karar verdim. Adını Hikmet koyup öyle çağırdım. Kendi çocuğum gibi baktım ve evlenmedim sırf oğlum için. Büyüyüp te babasını sorduğunda öldü dedim. Gerçekte benim için ölmüştü artık.

Sözlerinin bu kısmında gözlerini Hikmetin gözlerine çevirip mahcup bir bakışla baktı. Sonrada derin bir iç çekerek konuştu;

- Hikmetim işte sen o çocuksun.

Kadın anlatmaya devam ettikçe Hikmetin dizlerinin bağı çözülmüşçesine en yakınında ki koltuğa çöktü. İç âlemin de ki durgun denizler azgın dalgalarla kabarmış, feci bir fırtına düşünce alemini alabora etmişti. Başını elleri arasına aldı. Burgulu gözleri dalıp dalıp gitti uzaklara. Bir toz bulutu gibi dağılan düşüncelerini toplamaya salim kafayla düşünmeye çalıştı. Duyduklarına inanmak istemiyordu. Yazık ki yalanlar üzerine kurulu hayatının o ince cam fanüsü kırılmış, gerçekler buz gibi ortaya çıkmıştı. Karşısında bir melek masumiyetiyle ona bakan yabancı kadın öz annesi Üniversitede tanışıp kol kanat olduğu genç ise kardeşiydi. Herkes endişeli gözlerle birbirini süzüyor, kimin nasıl tepki vereceğini kimse bilemiyordu. Kadın sözlerini tamamladığında hadisenin gerçeğe kavuşmasından ötürü Zühre Hanımın dudaklarında tatlı bir tebessüm oluşmuş, gözleri ışıl ışıl olmuştu. İçinden Yaratana şükran ifadelerini gönderiyor bir yandan da müşfik bakışlarını Hikmet ’in üzerinde dolaştırıyordu. Diğer yanda Kenan en sevdiği arkadaşının kendi kardeşi çıkmasından dolayı içindeki sevinç yumağına hakim olamıyordu. Kalktı ağabeyine yaklaşıp onun dizleri dibine oturdu. Onun ellerini avuçlayarak oturduğu yerden kaldırdı. Kollarını ağabeyine dolayarak onu kolları arasına oradan da yüreğine aldı. Bu arada Hikmetin göz pınarları çağlamış oluk oluk akıyordu. Zühre Hanımda onların yanına gelmişti. Kenan dan sonra yılların hasretiyle o kucakladı oğlunu. Öpüp öpüp kokladı Yusuf ’unu öyle ki doyuncaya dek. Hüzün ve sevinci acıyla bir arada yudumlayan Hikmetin aklı hala anne bildiği kadında idi. Bir ara ona çevirdi gözlerini. Ama kadın oturduğu yerde yoktu. Çevresine bakındı göremedi. Kapı aralıydı, yürek parçalayan bu sahnelere daha fazla dayanamamış çıkmış olmalıydı. Bir tarafta yıllardır anne bildiği kadın diğer tarafta annesi olduğunu iddia eden Zühre Hanım. Yıllardır kendinden gizlenen gerçekler… Ve yüreğinde alev alev yanan yılların baba hasreti. Kimi tercih etmeliydi. Zühre Hanımı mı? Bunu nasıl yapardı ki? Yıllarca onu öz evladından daha çok seven bir anne nasıl terk edilirdi. Onu acılarla başladığı hayat yolculuğunda nasıl bir başına bırakabilirdi? İçerde daha fazla duramadı. Kendini anne bildiği kadının peşinden dışarı attı. Zühre Hanım onu durdurmak için arkasından atıldıysa da Kenan ona engel olarak sessizce konuştu;

- Bırak gitsin… Bir yüreğe kor düştü mü bir kez bir daha iflah olmaz o yürek. Mutlaka geri gelecektir…

MUSTAFA TİLCİ
KARPUZ KALDIRAN (antalya) 17/10/02

Bu İçerik 430 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi