Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler
Son Fotoğraf
Bu yaz, bu yaz köye gittim. Bir sükûti hayal gibiydi. Her şeyden elini ayağını çekip köşesine çekilen, yüreğinde ve yüzünde yılları taşıyan, titreyen esmer elleri ve beyaz yazmasıyla sildiği gözlerinde, taşıdığı o yılları tekrar tekrar yaşayan bir ihtiyar gibiydi. Bir başka teselliye kalan, kendi içinde kaybolan, sızlayan, kanayan, yanan, perişan bir yar gibiydi. Basmadı bağrına bir ana gibi sıcacık, soğuktu kar gibiydi. Bağlamanın tellerinden dökülen, yüreğe mengene efkâr gibiydi. Yolcu edilen ya da yolcu eden, yüreklerinin yarılarını birbirlerine veren didarlar gibiydi. Bir camın arkasından yitip gittiğiniz, yaprak yaprak gazellenen en hüzünlüsünden bir bahar gibiydi. Donuktu, sanki ona değil de bir resme bakar gibiydi. O değil sanki bir başka diyar gibiydi. Bir kırgınlığı, bir dargınlığı var gibiydi. Ne ben tanıyabildim onu ne de o tanıyabildi beni. Ben dedim, ben sana geldim. Ben, bu günü çok bekledim. Eli boş, gönlü dolu geldim. Susuyordu, kalmamıştı eski neşesi, kalmamıştı neşelendirecek kimsesi. Bütün mahallesini toplasan bir odaya hala bir mahallelik yer kalıyordu geriye. İnsanın inanası gelmiyor. Vay be diyor, vay be! Demek terk etmek dedikleri bu oluyor ha! Bizim yaptığımız yani. Biz öyle koyup gitmişiz onu ya da o öyle sanmış. Biz anlatamamışız ona giderken onu geriye değil yüreğimize koyduğumuzu. Gurbette açtığımızda hangimizin valizinden çıkmadı ki ne zaman koyduğumuzu bile fark etmediğimiz geri dönme isteği? Ama bunu da söyleyememişiz ona. Bu yüzden kırgın sanırım, bu yüzden dargın. Hani görmeseydi göz ya da yaşamasaydı gönül, aramayacaktı belki o zaman bulamayacağını bile bile o eski günleri. Hep böyle sanacaktı belki o zaman, sessiz, kimsesiz. Evleri içinde birileri otursun diye değil de, yalnızlığa sembol olsunlar diye yapmışlar sanacaktı.
Daha girer girmez başlıyor hayal kırıklıkları. Bilgin’in tükanının önünde büyük bir şamatayla tavla oynayan ve yüzlerinde tebessüm, gözlerinde merakla onları seyreden gençleri arıyor göz. Ne gençleri görebiliyor ne de Bilgin’in büfeden esinlenme dükkânını. Yüksek eşiğinden geçerken genzine dolan, bisküvi kokusu karışımlı kara lastik kokulu kooperatifi arıyor insan. Köye ait olmayan ama köyden başka hiçbir yerde de olmayan çocukluğumuzun o çekici, iz bırakan kokusu. Kendi yalnızlığına müebbet kooperatif binasının önünden geçerken, tekrar hissetmek için o kokuyu derin bir nefes alıyor insan, ama nafile. Sanki bugün gibi diyorsun yaşadıklarım ya da bugün hiç yaşanmamış gibi yaşadıklarım. Kimisi, ütülü gömlek ve kumaş pantolonlu ayakkabılı, kimisi kara lastikli, paçaları yün çorabın içine kapalı, pantolonu yamalı ve aynı tezgâhın üstünde oturup çene çalan, alışverişe gelenleri seyreden, dayanamayıp lafa karışan köyüm insanlarını arıyor insan. “Yegân kimın oğlisın san?”
Kooperatif’te anıları içine kilitlenerek terk edilmiş. Bundan sonra alış veriş düşünenlerin aklından şu soru geçmeyecek “ece koparatif açuhtur ha?”. Kapalı, kapatılmış! Artık “misafir şekeri, bir tujun kirpit, bir paket tursil, bir paket sana yaği, yarım kilo püsküvet, bir şüşa su yağı, 34 numara zenne lasdigi naylon ve de krem renginda, varisa çoçuhlara birar çift pilaç bahacam, ihtiyarlara da biraz rahati luhumi tart, aho küçük kuşhana kaçadur?” siparişlerini karşılayamayacak kooperatif. Onu ve onunla ilgili hatırladığınız her şeyi ebediyete taşımak üzere anılar kütüphanenizde “K” ile başlayan raflardan birine koyabilirsiniz artık.
Geçmemiş sanki şu bahçeden yüzlerce çocuk. Sesleriyle doldurmamış tüm meydanı ve ara teneffüsleri. Güneye çarpıp geri gelmemiş o cıvıltılar. Adil, Şemsettin, Nüfer, Orhan ve isimleri sizlerde olan diğer öğretmenler tur atıp şu bahçede, derse girmemişler sanki. Şu merdivenin yanında avazımız çıktığınca and içmemişiz her sabah ya da milli marşımızı söylememişiz o tiz seslerimizle. Mahalle savaşları başlatmamışız kardeşçe çıktığımız şu bayırın başında. Mevsimin üşümüşlüğünü bırakmamışız sanki ve ıslaklığını kurutmamışız halka oluşturduğumuz tikina sobanın etrafında. Annelerimizin, iki dikdörtgen kumaşı birleştirip diktiği torbadan hallice okul çantalarımızı boynumuzdan ve bir omzumuzdan geçirerek sırtımıza atmamışız. İçine de, defter kitabımızın yanı sıra “Allah na verdisa” mönüsünden oluşan öğle yemeklerimizi koymamışız. Defterlerimizin yaprak uçları geriye doğru loliklanmamış ve biz bu yüzden azarlanmamışız. İlaç tıpalarından silgi, kiraz ve erik zamklarından yapıştırıcı icat etmemişiz. Şiirler ezberleyip resmi törenlere, ilk toplum karşısı heyecanlarımızı yaşamamışız. Gezi kollarına seçilip pikniklere gitmemişiz okulcak ve yumurta tokuşturma, yoğurt içinde para bulma ve çuval yarışları yapmamışız. Diktiğimiz ağaçlara can suyu verdiğimiz ve teneffüslerin hararetini söndürdüğümüz bir çeşme vardı sanki şurada. O çeşme artık hiçbir fidanı yeşertemiyor, ne beslendiği kaynak var ne de o çeşme var. Kurumuş, kurutulmuş!
Köy hiç ihanet etmemiş anılara, her karışı kendi öyküsünü özenle korumuş. Sizi görür görmez de eski bir kapta sunuyor size sakladıklarını. Tırmanmaya çalıştığımız mahalle yolunda yazın arabaya, kışın sıkaya binmemişiz sanki. Meydanın şu çayırında ya da düzlerde ki rahmetli Fariz abinin çayırında her akşam top oynamamışız. Ne top oynayan çocuklar kalmış geriye ne de Fariz abi. Oynadığımız çayırları artık diğer çayırlardan ayırt edemiyorsunuz, hepsi aynı anda yeşil, hepsi aynı anda sarı. Sanki Gökhan abi ile Erbay abi mahalle maçları organize etmemiş yaylada ve biz rahmetli Mustafa emiye Erkan’a izin ver diye yalvarmamışız. Ne mahalle maçları kalmış geriye, ne Mustafa emiy, ne Erkan ne de yıllarca oynadığımız Erkan’ın sarı topu. Her akşam bir evde toplanmamışız, oturmamışız gece yarılarına kadar ve sabahın köründe de çayır biçmeye gitmemişiz sanki. Şu taşlarda oturmamış gençler ve efkârlarını üflerken semaya geceye ateş böceği olmamışlar sanki.
Harmanlarda gümbür gümbür çalmamış davul zurnalar ve biz ayak uydurmaya çalışmamışız hemşine, düz horoma. Yalanmış, hepsi yalan! Tütmeyen bacalar ve zırzalı kapılarmış ille de anılarmış geriye kalan. Duymak ya da bilmek çok önemli olmuyor çoğu zaman. Her şeyi en son gördüğü haliyle hatırlıyor insan. Bu yüzden bakmam ben hiçbir ölünün yüzüne. Keşke hiç gitmeseydim diyorum bazen ve görmeseydim bu halini. Hep son bıraktığım gibi sansaydım, hep gülen yüzünü hatırlasaydım. Hep fotoğraflarıyla avunsaydım. Hep herkesi orda sansaydım. Yapacak hiçbir şey yok. Ömrümüzün sonuna kadar oralarda yaşarken, buralarda yaşlanmakmış kaderimiz.
Bu İçerik 345 Kez Görüntülendi