Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Yaz Yolcuları - II. Bölüm

Bahadır Altun

Yaz, ilkbaharın erken saatlerinde, geldiğiniz günün aksine tek bir bulutu olmayan masmavi bir gökyüzünden ve meşadaki küknerların tepelerinin arkasındaki dağın üstünden birdenbire doğan o sapsarı güneşin, tahtaların arasından odanıza sızmasıyla başlardı. Bazen tahtaların arasından sızan ve adeta bir yol oluşturan bu ışık hüzmesi, direk gözünüzü hedef alırdı. Gözünüzü açardınız ve şaşakalırdınız neredeyim diye. Tavana bakardınız, garip gelirdi beton yerine tahta olması. Baktığınız tavan aynı zamanda taban olduğu için eğer üstte biri yürüyorsa ayak seslerini gözlerinizle takip edebilirdiniz. Tavandan düşen tozları ise ancak ışık hüzmesinin üstüne düştüklerinde görebilirdiniz. Üstünüzdeki ağır yün yorganı biraz daha bedeninize sarıp omuzlarınızdan içeriye soğuk girmesin diye sıkı sıkı kapatırdınız. Yan duvarlardan en az biri el dokuması ve üzerine dokunma tarihi işlenmiş kilim ile kaplı olurdu. Koyu kırmızı rengin hakim olduğu bu kilimler bir müddet hayran hayran seyredilirdi. Üzerinde boy olarak birbiriyle kıyaslanabilecek bir şeyler varsa, mesela iki minareli bir cami figürü işlenmişse bu minare boylarını göz ile karşılaştırırdınız. Yan duvarın birinde şişesinin ucu isten kararmış aynalı bir gaz lambası asılı olurdu bir müddet de gazyağının içinde kıvrılıp yatan fitil seyredilirdi. Odadaki diğer bir eşya ise fırınlı ve tikina diye ikiye ayrılan sobaydı. Eğer yattığınız yer mutfak olarak kullanılıyorsa fırınlı soba eğer mutfak olarak kullanılmıyorsa odanızda yandığında nar gibi kızaran tikina soba vardı ve bu sobaların boruları dışarıya yağ tenekesinden kare şeklinde kesilen, borunun geçebileceği kadar delik açılan ve duvara çakılan o teneke parçasının içinden çıkardı. Yerin, sobanın olduğu bölümü muhtemelen baklava dilimi desenli muşamba ile diğer kısmı ise cecim ile örtülürdü. Siz, ilk sabahınızı geçirdiğiniz eski odanızda etrafı süzerken odanın kapısı çırlayarak açılır ve içeri giren dedeniz yada nineniz “kalhın oğul evla oldi, millet işini aşurdi siz hele yatiyersız. Kalhın urbalarızı geyın, sabahluğuzi yeyip ,malları koyerın hayde” derdi. Siz “daha saatin yedi bile olmadığını, günlerden Cumartesi olduğunu (bir müddet sonra siz de yaşadığınız günün adını ve ayın kaçı olduğunu unuturdunuz) tatilde olduğunuzu söyleyemezdiniz tabi. Ayrıca sabahın o vaktinde “işini aşuran millet” kimdi, aşurdukları iş neydi ve bu işi nerden aşururlardı, bir türlü anlayamazdınız. Kalkardınız istemsiz de olsanız.

Dış kapıyı açtığınızda olanca güzelliğiyle, odanıza sızan güneşle karşılaşırdınız. Lastiklerinizi giyip kapının önüne çıkardınız. Çeperlara yaslanıp etrafa baktığınızda, güneşi, bir gün önce bulutların yeryüzüne döktüğü yağmuru geri alırken yakalardınız. Bütün tarlalardan, çayırlardan gökyüzüne doğru buğu çıkardı. Yaprakların tam ucuna gelip adeta düşmemeye çalışan ve etrafa elmas gibi parıltılar saçan damlacıkları görürdünüz. Gözünüze çarpan her şeyin canlı olduğunu, yaşadığını fark ederdiniz. Yağmur sonrasının toprak kokusu ve tertemiz havayı ciğerlerinize doldurmak için gözlerinizi kapatıp havayı içinize çekerdiniz. İçiniz, huzurla dolardı! Kulaklarınıza, biryerlerden bir it çenkürmesi, bir tosunun önce meydan okuyan böğürtü sesi ve sonra peşpeşe bağırması ki bunu duyduğunuz anda kaç kez bağıracak diye sayardınız, uzaklardan gelen konuşma sesleri, birinin ritmik bir şekilde odun yarma sesi, bir tavuk kakannaması ve horozun tavuk’un bu feryadına cevap verme sesi, iki serçenin yanındaki ağaca konup ötüşmeleri ve pırrrr diye uçup gitmeleri ve hepsini bölen bir kaçkaça sesi dolardı. Sahi en son ne zaman bir kaçkaça gördünüz? Sonra elinizi yüzünüzü yıkamak için evde su olup olmadığını kontrol ederdiniz. Evde su varsa küçük gügümü alır ayvana çıkardınız. Kanların birine yanaşıp bir elinizle gügümü eğerken diğer elinizi avuç yapıp akan suyu doldurmaya çalışırdınız. İlk döküşte ayarlayamazdınız, döktüğünüz suyun yarısından çoğu dışarı giderdi. Su çok soğuk olduğu için bu temizlik faslı fazla uzatılmadan bitirilirdi. Islak yüzünüze rüzgar vurur vurmaz yüzünüzün gerildiğini hissederdiniz. Hemen içeri gidip sobanın yanında yada kapının arkasında asılı olan peşkiri alır kurulanırdınız. İçeri girdiğinizde sekünün üstünde hazırlanmış sofrayla ve ciğerlerinize kadar işleyen taşmış süt kokusuyla karşılaşırdınız. Bu olayın sanki teyit ettirilme zorunluluğu varmış gibi, sobanın önünde ekmek pişiren ve sıcaktan bunalmış annenize sorardınız “ana süt mi taştı?” Cevap ise kısa, net ve son derece açık olurdu “ekmegin ye!” Seküya çıkıp vücudunuzu dirseğinizin üstüne yıkar dirseğinizi de ot yastığına koyarak yan ve yarı oturur vaziyette sofraya kurulurdunuz. Bu keyif hali “toplan, toğri otur” komutu gelene kadar sürerdi.

En güzeli ilkbahar çobanlıklarıydı. Bekçinin “çayirlar koruhtur koruhhhhh” diye bağırmasıyla başlardı dağ çayırları maceraları. Alelacele yapılan kahvaltıyı duyduğunuz bir bağırma sesi bölerdi. Hemen aşağı inip malları açardınız. Ekmeğinizi, ve değeneğinizi alıp düşerdiniz yola. Daha mahalleyi terk etmeden birileri mallarını katmak için peşinizden koştura koştura getirirdi. En beres mallar da katma mallar olurdu. Daha otlak yerine varmadan geri kaçarlardı. Çayırların kenarlarından geçerken herkes yolun altına ve üstüne dağılır koruğa birşey bırakmazdı. Acaba biz farkına varamadan biri bilinçaltımıza doğru “köylar koruhtur koruhhhhh “ diye mi bağırdı? Ablalarımız elişi yapardı, ağabeylerimiz bıçakla bir şeyler yonardı çobanlıkta. Bazen ablalarımızın hayallerine kulak misafiri oluverirdik, kıkır kıkır gülerlerdi. Mal çevrilecek oldumu bunu biz çocuklar yapardık “küçük olacağı it olaydız” derlerdi. Güneş tam tepeye gelmeden yani diktiğiniz değeneğin gölgesi değeneğinizle eşit olmadan öğle yemeği yiyemezdiniz. Öğle yemekleri mümkünse punğarın başında yenirdi. Katık, getirildiği evlere göre farklı tatlar almış aynı peynirdi, ekmek ise çadi, gevrek, puğaça, kete, katmer. O zaman hiç garip gelmezdi bana katığın tek ekmeğin ise çeşitli olması. “Ola itım bu çadiyi anan bıldır gedanda mi bişurdu?” Siz hariç herkes gülerdi. Kert çadi, şor peynir ve bazende dışı koyu mavi içi beyaz kalın çinko tasta gökyüzünü gördüğünüz yoğurttan açma ayran. Ya bunlar gerçekten çok lezzetliydi ya da bunları iştahla yediren bir şeyler vardı, şimdi sahip olmadığımız. Ağabeylerimiz hemen bi cıgara sarardı yemekten sonra ve kalan son kibrit çöpüyle onu yakabilmek için ceketlerini bir çadır yapıp içinde kaybolurlardı. Kokardı tütün tütün dağ çayırları. Öğleden sonra özellikle tanali inekler yüzlerini dönüş yoluna doğru çevirirlerdi. Bir taraftan size bakarken bir taraftan da yolu keserlerdi. Ve sizin ona bakmadığınız bir anda ani bir kararla koşmaya başlarlardı. Siz duyduğunuz “ola ola ola inek kaçiyer” cümlesiyle yerinizden fırlayıp düşerdiniz peşine. İnek, sizden iki bacak fazla olmasının avantajını sonuna kadar kullanırdı. “Udet ohooo, darçin darçin darçin, darçin sani yilanlar vursun”. Genelde bu mücadele ineğin bariz üstünlüğüyle sonuçlanırdı. Çaresiz geri dönerdiniz. Dönüş vaktinin geldiğini ise “güneş sırtın tepesine enduğunda” anlardınız. “Hayde mali toplayın” Bu işin en zor kısmı da çoçtan bir türlü çıkmayan camuşlardı.

Sayı oynardık. Boş kibrit kutularının üst yüzü 20 sayı, alt yüzü 10 ve içi 5 sayı olurdu. Kenarlar özenle yırtılırdı ve bir kibritten toplam 35 sayı elde edilirdi. Farklı kibrit kutuları vardı. Normal kutulara oranla biraz daha kısa ve daha kartonumsu olanlar vardı ve bunların 20’likleri birbirinden çok farklı ve çok güzel olurdu. Onlar ayrı destelenirdi ve kolay kolay piyasaya çıkarılmazdı. Aramızda söylentiler dolaşırdı “falancanın tam on bin sayisi varimiş” “yalandur ula, heç kimsanın o kadar sayisi olmaz” “ekmek gözümi tutsunki doğri söyliyerim, ham da zanduh çahmiş da orda sahliyermiş” akıldan neler geçerdi. Nasıl özenirdin belli etmemeye çalışarak. İnanamazdın kendini rahatlatmak için yalan olduğuna dair bir açık yakalamaya çalışırdın “nasıl birikdurmiş ki?” “Elemet bir çostik’i var, ham köyda ham da dağda süzmaduği adam kalmamiş.” “Sanın on bin sayın olsa neyedarsın ki?” “Ben da zanduh çaharim!” Çostik, lastiklerin tabanlarından yapılırdı. Önce lastik’in saya kısmı kesilir sonra topuk kısmı numaranın yazılı olduğu kısımla birlikte kesilerek atılırdı. Elde kalan kısma çostik denirdi ve kralı derbey latiklerinden olurdu. Eğer lastik bulamazsan ve özelikle yayladaysan pikallidan getirdiğin uygun bir pikal taşını da çostik olarak kullanabilirdin. Oyunu oynamak için önce bir daire sonra da uygun bir mesafeye düz bir çizgi çizilerek teklif sunulurdu “kaç sayısına giriyeruh?”. “20 sayısına varsıııız?” “varuh ula!” Oyunun başında herkes elindeki en eski sayıları özellikle de 5’likleri atardı dairenin içerisine. Sayılar konulduktan sonra sırayla herkes çostik’ini düz çizgiye atardı. Çizgiye en yakın düşüren ilk atış hakkını kazanırdı. Sonra da sırayla düz çizgiden sayılara atılarak daireden çıkarılmaya çalışılırdı. Çostik iki şekilde atılırdı. Birincisi, çostik uzun kenarlarının birinden avucun içine alınıp, kol dirsekten göğse doğru çekilir, bel hafif öne doğru bükülür, kafa ileriye doğru uzatılıp gözler hedefe kilitlendikten sonra yatay olarak sayılara doğru fırlatılırdı. Çostik yere değdiği anda “poofff” diye ses çıkarırdı ve kayarak çizginin dışına çıkardı. Altında sayı var mı diye sen de ok gibi fırlardın yerinden. İkinci atış şekli ise genellikle yakın mesafe atışlarında ve özellikle çıkmayan tek sayı kaldığında kullanılırdı. Bu atışı yapmak için baş ve işaret parmağıyla çotik’in alt köşesinden yani kunçulundan tutulur, kol dışarıya doğru açılır, bel çostik’in tutulduğu kola doğru hafifçe eğilir ve sertçe yatay olarak hedefteki sayıya fırlatılırdı. Daireden çıkardığın sayı senin olurdu. Bazen sayıya vururdun, sayı havada döner-döner-döner ve süzülüp tam çizginin üstüne düşüverirdi. Senden sonra atan da kolayca çıkarırdı ve bu olayı hele de süzülmüşsen unutamazdın, düşünüp dururdun “o sayi çıhaydi!” “Gördün hemi galdi da nerda durdu” yanındaki seni teselli edeceği yerde adeta yangına körükle giderdi “ham da yirmiluğidi hemi?” Bütün çaresizliğin yüzüne yansır ve yanındakinin tam gözünün içine bakıp kafayı pişmanlıkla sallayarak “ham yirmiluğidi ham da gıcıridi” derdin.

“Gizlan kukku” diye başladık biz oyuna ve sonraki yılların birinde “saklambaç” diye devam ettik. Ne çok saklanacak yer vardı ve bu yerleri kullanacak ne çok çocuk vardı. İlk sobelenen veya oyuna sonradan gelen ebe olurdu ve biliyorsa 100’e kadar bilmiyorsa iki kere 50’ye kadar sayardı. Ebe karapanın direk’ine yüzünü dönüp saymaya başladığı anda koşmaya başlardınız. Sanki başka yer yokmuş gibi birileri sizi takip ederdi “ya galmasana peşima” “buray irali ben düşündum!” Herkesi bulurdunuz birini bulamazdınız, çaresizlikle seslenirdiniz “ola adamisan çıh!”

Kojo ve degenek çobanlıkta abi ve ablalarla oynanan oyunlardandı. Kojo ne kadar kısa olursa o kadar uzağa giderdi. “Gatur degenegin da ucundan kojo kesah” “ama dün da benimkindan kesmiştız” “o zaman sani oynatmazuh” “tamam gaturiyerım zate degenegim biraz uzun ki.” Kojo hazırlandıktan sonra bir kişi ebe olurdu sırayla oyunculara atardı. Vuramayan ebe olurdu. Kojonun, ebenin hiçbir zaman duymadığı ve diğer herkesin her zaman duyduğu “tıkısı” vardı.

Kükner bicicoları tavar, çam bicicoları koç, kabak kurtsları ise it olurdu. Çiçkarları ve çoban kalifi’ini kendimiz yapardık ve koyunlarımızı içine doldurduktan sonra, sanki bir yere gidebilirmiş gibi, itimizi de ağılın yanına bağlardık. Sonraki yıllarda kendi tahta arabalarımızı yaptık. Ve bize teker kesmesi için büyüklerimize yalvardık. Yiyeceğiz diye nenelerimizden yağ alıp gizli gizli arabalarımıza sürdük. Daha hızlı gittik, daha uzağa gittik…

Gölünüzü kendiniz yapardınız. Söğütlerin arasından kıvrıla kıvrıla gelen berrak, küçücük bir dereydi “han suyu.” Önce uygun bir “çahrah” bulunurdu. Sonra içi temizlenir ve önü duvar yapılırdı. Siz duvarı yaparken biri dayanamayıp mutlaka çahrağa doğru giderdi ve heyecanla bağırırdı “olööö, şimdidan göbegima çıhıyer.” “Ya oynama orda get da çim kesanlara yardım et biraz.” Çimler kesilir, taşların arasına konulurdu, duvar yükseldikçe suyun seviyesi de yükselirdi. Soğuk sudan elleriniz ayaklarınız morarırdı ve borular bir türlü çalışmanıza izin vermezdi. Biri birden bire elindeki çimi yere bırakır “şlapp” diye sırtına vururdu. “Hıhhh nasi gebertdım” derdi öldürdüğü boru için. Sonra siz arkadaşınızın bembeyaz sırtında çamurlu bir el izinin arasında kabaran bir kızartı görürdünüz. “Ben biraz güneşa çıhacam tonhdum.” Duvar tamamladıktan sonra büyük yapraklar toplanırdı. Göl yapmanın belki de en kolay ve eğlenceli kısmı da buydu. Toplanan yapraklar gölün içine atılırdı, su da o yaprakları duvardaki boşluklara götürürdü, kaçaklar tıkanır göl birdenbire derinleşirdi. “Uloooo keneri bila dizlarıma çıhıyer” “Az hele çahraha toğri gal bahah” Herkes heyecanla ne kadar derin olmuş diye bakardı “aşindi en derin yerındayım” “vavvvv boğozuna çıhıyer uloooo” “ben atliyerim”.

Çocukluğumuz, ah o geri getiremediğimiz mutlu yıllarımız. Sanırım biz çocukluğumuzu, zamanını ve mekanını asla hatırlayamadığımız, geleceği değil de geçmişi düşünmeye başladığımız o anda kaybettik ve sanırım biz son çocuklardık. Yazların birinde anlayıverdik çocukluğumuzun bittiğini. Ölçü bu muydu bilmiyorum ama biz de büyüklerimiz gibi çayır biçer tarla kaldırır olmuştuk. Hem saklambaç da oynamıyorduk artık. Mısır püskülünden tütün yerini gerçek sigaralara bırakmıştı. Kendimize bakmaya da başlamıştık ne bileyim ayna karşısında saç taramalar, kıyafet beğenmemeler...Özellikle ikili sohbetlerde konular da değişmişti artık.

Ümitlerle temellendirdiğiniz, hüzünlerle soğurduğunuz, bir türlü dillendiremediğiniz dillere düşen aşklarınız olurdu. Gece sırt üstü yatıp soğuk sonbahar çayırının üstüne, koh ateşinin yanında yıldızlarda kaybolurken, ateşin dumanından değildi elbet yanaklarımızı üşüte üşüte toprağa sızan. Dünya buğulanmışken yanaklarınızı kurutmaya yetmiyordu ateşin sıcaklığı ve melhem olmuyordu sızınıza, içinize doldurduğunuz Maltepe sigarası. Bütün bunlar olurken fonda dönmüyordu bir plak hüzne gark eden. Ve dudaklarınızdan ateşin sesi ve dumanıyla birlikte karanlığa karışan “bögün tam 178 gün oldi” dökülüveriyordu.

Her şey ne kadar anlamlıydı. Her şey ne kadar güzeldi. Muhtemelen bir daha hiç kimse yaşayamayacak, omuzda dirgan-tırmık ya da tırpan dört bir yandan gelip akşamın alaca karanlığında, çayır dönüşlerinde tutunulan kapı önü sohbetlerini ve o gün yaşanılan en aksiliği bile anlatıp kahkahalarla gülmeleri. Hiç kimse yaşayamayacak lüx ışığı altında tığ savurmaları ve beraberce kartopu-mısır yeyip çay içmeleri. Ve hiçbir kitap yazmayacak papağa koşan atların neslinin tükendiğini. Hiç kimse sağule büküp çeper yapmayacak artık. Hiçbir çocuk bıçak bulurum umuduyla toprağı avuçlamayacak öküzün boynundan düştüğünde yada ekmeğin yanmış kabuğunu yemeyecek. Pantalar dibine akacak ama ne onları ceplerine dolduran dedeler ne de pantaların getirileceği torunlar olacak artık. Kartopusu çıkarılmış kapı önü tarlalarında geceye kalan ve rüzgarla taşınan duman ve pekmez karışımı o koku burnumda şu an. Teştinin altındaki ateşe üflemek ne zordu dimi. Duman gözünüze geliyor diye kafanızı uzaklaştırırken yaşlı ve kızarmış gözlerle nişan almaya çalıştığınız hedefteki ateşi üfürüğünüzle vurabilmek maharet isterdi. Ve annelerimiz ateşin başında bütün eski ceketler sırtlarında dibi tutmasın diye sürekli karıştırırlardı, yoğun, koyu ve sıcak sıvıyı. Soğuk ve pekmez kokulu sonbahar akşamları, birçoğumuz için bir daha olmayacak. Keşke gözlerimiz o dumanı düşündüğümüz için değil de o dumandan dolayı sızlayıp yaşarabilseydi bir kez daha! Göremeyeceğiz bir daha akşam saatlerinde nahırın yaylalara dökülmesini ve ineklerin tanalarla buluşmaması için, nenelerin morbetlere bağırmasını. Yaylalarda bir daha Lütfiye abla “ezan okundu ezan” diye bağırarak haber vermeyecek komşulara iftar saatinin geldiğini, Erzurum radyosuna göre. Neneler kortlarda oturup “kız bir arhami isidem” demeyecek. Ne kadar iyi insanlar vardı ve ne kadar da insandılar. İnsanlar, günümüz toplumunun sahip olduğu şeylerin hiçbirine sahip değildi, mutsuzluk dahil! Herkes birbirinden bir şeyler alırdı ve herkes birbirine bir şeyler verirdi, kocaman bir aile gibi, komşularımız. “Dedenin selami varda, yarın sabah goriyeldan ot gaturmaya irgat ediyeruhda dediki eger kolaylukları varisa bir sefer gatursunlar” “sabah olsun heyir olsun helbet olur” “şey bida dediki bizım miri kazması sizdaymiş heral da işlari bittisa dedi” Komşularımız da gitti, yüzlerini anılarımıza kazıyarak ve arkalarında zırzalı kapılar bırakarak. Nedendir dersiniz, şimdilerde sessiz komşuları oluşumuz mahalle dizilerinin…Neyi arıyoruz, kaybettiğimiz?

Bizim çocukluğumuzda sadece dedeler ve neneler ölürdü. Ve biz o zamanlarda ölümden değil ölenden korkarken şimdilerde hem ölümden hem de ölenden korkar olmuşuz. Acaba ilerleyen yıllarda da ölenden değil de sadece ölümden mi korkacağız? Sela okunmaya başladığında büyüklerimizin yüzü buz kesilirdi. Peşinden söylenecek isim beklide dün falanca çayırda ayaküstü sohbet ettikleri birisiydi. Kesin tanıdık biriydi, kimdi? İsim söylendiğinde ise, gözleri dolar, çatal bir sesle “olaaaa, demah o da getti ha! Allah rehmet etsın” cümlesini kurarlardı. Vakit kaybetmeden de acıyı paylaşmaya giderlerdi. Her şey gibi acı da paylaşılırdı. Birer ikişer bütün o iyi insanlar bu şekilde yolcu edildiler ve giderlerken insanlıklarını da yanlarında götürdüler. Devir değişti artık, babalar anneler de ölüyor hatta ağabeyler, ablalar, oğullar, kızlar, arkadaşlar bile, şaşırıyor insan! Gün geçtikçe diğer tarafta biriktirdiğin tanıdıklarının sayısı da artıyor. Sahi, hangi tarafta tanıdığımız çok? Büyük göller olurdu ama hiçbirinin dibi olmazdı, dipsiz derlerdi. Kim bilir kaç kişinin gözleriyle dokunduğu son manzaraydı bu göllerin etrafındaki manzara. Puslu havalarda çobanlığa gönderdiğimiz bir çok kişi de gelmedi, yıldırım vurmuş dediler…

Yazların birindeydi, çok yağmur yağdı. Küçücük han suyu büyüdü, büyüdü, büyüdü. Gölümüzü götürdü. Can verdiği söğütleri götürdü. Bir daha göl yapmadık. Belki de büyü o söğütlerin gitmesiyle bozuldu bilmiyorum, hatırladığım köyü ilk terk eden onlardı. Sonra ağabeylerimiz ablalarımız görünmez oldular. Kucaklaşıp, ağlaşarak uğurladığımız hiç kimse geri dönmedi, arkalarından su dökmemize rağmen. Gitmek için evden ayrıldığınızda ayaklarınıza köy yapışırdı ve hiç kimseyi bırakmak istemezdi. Çorapça adımlar atardınız, dönüp yapışan lastiklerinizi söküp yolunuza devam ederken, sanırdınız ki köy sadece lastiklerinizi istiyor. Bu yüzden bırakırdınız onları minibüse binerken size yaşların arkasından bakan, çenesi ve elleri titreyen bir neneye. Yol sizden neneye doğru akmaya başladığında son kez dönüp bakardınız yazmasına gözlerini silen neneye ve son kez bakardınız köyünüze, virajı dönmeden… Ey terk ettiğimiz topraklarımızın hasret kokan çocukları, sanırım okul sıralarında bir türlü anlam veremediğimiz o şiir anlamını buldu. “Orda bir köy var uzakta…”

Bu İçerik 358 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi