Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Zihnimde Önemli Bir Yer Eden Bir Seyahat Öyküsü

Kibar Altunal

KIRK SENE ÖNCE YAPILAN BİR SEYAHAT ÖYKÜSÜ

Belki tarihini tam hatırlayamayabildim. İlkokula gidiyordum, sanırım yıl 1968 ya da 1969 olmalı. Uzun süren kıştan sonra cemreler düşmüş, artık yavaş yavaş mevsim bahara dönüyor, köy içinde kar topraktan henüz kalkmış, ama toprak tam ısınmadığı için tohumlar, kardelen ve ısırgan otları dışında daha bahara uyanmamıştı.

Memleketimde kış deyince şöyle iyi bir düşünmek lazım. Çok kar yağıyor, komşudan komşuya, ya da evden samanlığa, çeşmeye adeta tünelden geçer gibi gidilirdi. Okula gidebilmek için zaman zaman büyüklerimiz önden gidip yol açarlardı bize bazen fizik güçleri ile bazen de kürek yardımıyla.

Eee. Kış uzun olunca köylü için yiyecek ve hayvanlar için ot, saman, çala, neker gibi yem maddeleri bahara doğru iyice azalır, çoğu yeni doğum yapmış hayvanları bahara sağ salim çıkarma telaşı sarardı köylüğü.

İşte 1969 yılında da kış çok çetin geçmişti. Kıştan önceki bahar ve yaz mevsimi de nispeten kurak geçince hayvan yemi açısından sıkıntı baş göstermişti. Düşünün ki üç bagalı ahırda hayvanınız dolu, dışarı çıkarsanız henüz otlayabilecekleri yeşillik yok, satsanız her kes aynı sorunu yaşadığından değerinin çok altında satabileceksiniz, tabii ki bu da yıkım demek geçim kaynağının önemli bir bölümü hayvancılığa dayanan köylü için.

Bizim ailemizin o yıllarda amcamlarla beraber 40-50 baş koyunumuz, 1-2 çift koşumluk öküzümüz, 5-6 süt ineği, yozlar, tosunlar, düveler, 1 at ile 3 de mandamız vardı. O yıllarda manda bir çok evde beslenirdi ve daha ziyade süt hayvanı olarak değerlendirilir ve yaylada manda sürüsü ayrıca otlatılırdı. Yani toplamda 60 civarında küçük ve büyük baş hayvanımız ile 10-15 kanatlı hayvanımız olurdu.
Bahse konu yılda kış çetin geçmiş ve zar zor bahar başlangıcına ulaşılabilmişti. Ulaşılmaya ulaşılmıştı ama büyük baş hayvanların doğal ortamda yeşil yem bitkileri ile beslenmelerini sağlayacak bitki örtüsü henüz oluşmamıştı. Yani hala içeride beslenmeleri gerekiyordu.

Ben 9-10 yaşlarında ilkokul öğrencisiydim. Hatırladığım kadarıyla mart ayının ortalarıydı. Bir gün babam şimdi ikisi de rahmetli olmuş olan annem ve babaanneme;

“Yarın Behçet Ağa ile Alaattin Öğretmen Posof’a besletmek üzere büyükbaş hayvan götüreceklermiş, bizde çocuğu katalım ve mandaları onlarla götürsün kirvelerimize bıraksın, biz yaylaya çıkınca alırız” dedi. Tabii hakkımda konuşulduğunu anlayınca kulak kabarttım. Her ne kadar rahmetli annem;
“Çocuk daha küçük, henüz karın, kışın tam kalkmadığı yağmurda yaşta, dağda taşta ne yapar” dese de babam, “bir şey olmaz yanında biri öğretmen, diğeri dağın taşın dilinden iyi anlayan iki adam var” diyerek itirazı savuşturdu ve “yolda yorulduğunda O’nu ata da bindirirler” diye de ekledi. Zaten rahmetli annem ikinci sözü söylemeyecek kadar sakin, munis tabiatlı ve sabırlı birisi idi, bu konuda da ikinci bir itiraz kelimesi çıkmadı ağzından, içi gitse de.

Bu konuşmalar beni endişelendirmiyor, aksine heyecanlandırıyordu. Zira her şeyi öğrenmeye meraklı çocukluk çağımda yeni diyarlar görecektim. Her ne kadar Arsiyan Yaylası’na çıktığımızda sınır komşumuz olan Posof’un dağ köyleri ile diyaloglarımız olsa da bu başka bir şeydi benim için.
Mandalarımızla beraber benim de emanet edileceğim rahmetli Behçet Dede; Köyümüzün önde gelen simalarındandı. Çok sosyal birisi idi. Cesurdu, aktifti, Köyün 7 Mart kutlamaları, düğünler ve pancarcı faaliyetlerinde her zaman başı çeker ve bir yerde davul zurnalı oyun varsa hemen bar başını tutardı. O yıllarda 70’li yaşlara merdiven dayamıştı ama dinç yapılı bir görüntüsü olmakla beraber daha önceki yıllarda geçirdiği ateşli bir hastalık sonucu iki yanağı tam ağız hizasından delikti ve ağız sıvıları oralardan istem dışı akardı ve bu nedenle yiğit lakabı ile anılır sözü gereği durumuna uygun bir lakapla ünlenmişti.
Diğer yol arkadaşım ise, köylümüz ve köyümüzün öğretmenlerinden rahmetli Alaattin Bey idi. Sportif yapılı, iyi at binen ve o yıllarda 50’li yaşlara yaklaşmış birisiydi. Aynı zamanda benim ilkokul birinci sınıf öğretmenimdi. Bu vesileyle her iki yoldaşımı da rahmetle anıyorum.

Yola çıkacağımızın gecesi heyecanım iyice artmıştı. Rahmetli annem bana bir ihtiyaç çantası hazırlama telaşında idi. Çantaya, yiyecek ile karda, çamurda ihtiyaç duyulacak olan yedek elbiseler koyuyordu.

Her zaman ki gibi yatma saati geldiğinde, kardeşlerimle sokilere serilmiş yataklarımıza girdik ve henüz gaz lambası sönmeden her gece yatarken zevkle yaptığımız, ahşap evimizin odalarının tavan ve duvarlarına yapıştırılmış olan eski gazetelerdeki yazıları ve resimleri bulma oyununa o gece katılmadım ve kısa süre sonra uykuya daldım.

Sabah uyandırıldığımda hava daha tam aydınlanmamıştı. Ocaktaki odunlar tutuşturulmuş ve çıtırtıları duyulmaya başlamıştı. O yıllarda herkes aynı anda yatar aynı anda kalkardı. Öğle herkesin isteğine göre yakılıp söndürülen elektrik düğmeleri yoktu, bir gaz lambası, bir de gazlı gemici feneri kullanılır, rahmetli babaannem kıtlık yıllarından kalma temkinle gaz bitmesin diye çoğu kez de çıra ışığı ile işlerini görürdü. Ancak ilkokul bitirme zamanımızda, yani yetmişli yılların birinci yarısında pille çalışan el fenerleri ve lüks tabir edilen daha aydınlık ışık saçan fitilli aydınlatıcılar kullanılmaya başlanmıştı. Vesselam o sabahta bütün ev halkı kalkmıştık, küçük kardeşim dışında tabii.

Babam ve amcam hayvanların sabah besleme işini yaparken rahmetli annemde yola çıkmadan önce bana bir şeyler yedirme telaşında idi. Kuzine sobada poğaçalar ısıtılmış, yağ eritilip pekmezle karıştırılmış ve bir de yumurta haşlanmıştı.

Sabah kahvaltımı daha yeni tamamlamıştım ki önce yaşlı köpeğimiz Alabaşın pek istekli olmayan tek atımlık barut gibi havlama sesinin ardından da Behçet Dedenin sesi duyuldu.
“Hadi Süleyman, gidiyoruz mandalar ve çocuk hazır mı” diye seslendi. Ben hazırdım. Üzerime kalınca bir şeyler giymiştim, ayaklarımda ise Trabzon lastiği diye bilinen ince kara lastik vardı. Tabi çorap olarak rahmetli babaannemin koyun yününden ördüğü boyun bağlı çoraplarımı giydim ve elime de çoban değneğimi aldım ve yola çıktık.

Artık hava aydınlanmış ama, geceden kalma soğuk etkisini sürdürüyor, yerler don, Köyümüzün kuzeye bakan yamaçlarında hala kar var. Ben mandaları sürdüm ve çeşme başında ki yol kavuşumunda kafileye katıldık. Behçet Dede ve Alaattin Öğretmenin atları vardı. Ayrıca Onlar’ın da ikişer, üçer büyük baş hayvanları vardı. Böylece düştük yola. Önce hayvanlar pek istekli değildi yola devam hususunda, zira hayvansal içgüdüleri o mevsimde otlamaya gitmek için dışarı çıkarılmadıklarını onlara belli etmişti.
Neyse bir süre sonra ben de, hayvanlar da yolculuk havasına girmiştik. Köyden çıkıp sürekli yokuş yürümeye devam ettik. Ara sıra geriye dönüp git gide siluetleri küçülen Köyüme bakıyordum. Ben kendi kendime düşünüp hayvanların yoldan çıkmamalarına çaba gösterirken Behçet Dede ile Alaattin Öğretmen at üstünde sohbet edip şakalaşıyorlardı.

Böylece epey bir zaman yol aldık ve artık Büyük Kışlalar dediğimiz mevkie gelmiştik. Orada bir yerde mola verdik. Takip ettiğimiz yayla yolu güzergâhına yakın bir kışladan ot çıkararak hayvanlarımızı doyurduk. Sonra yola revan olduk, zira gideceğimiz yer çok uzaktı ve menzilimize ulaşmak için 2500–2600 metre yükseklikteki dağ yolundan aşacaktık.

Elbette kervanımızın reisi hem yaşça kıdemli hem de bu konuda tecrübeli Behçet Dede idi. O’nun dediklerini uyguluyorduk doğal olarak. Bir süre sonra ortalığı ısıtan güneşim tesiri ile donlar çözülmüş, karı erimiş yollar geçilmesi zor çamura dönüşmüştü. Yürümek beni bir hayli yoruyordu, zaten çamur ikide bir kara lastiklerimi adeta toprağa bağlayıp çekip çıkarıyordu ayağımdan. Bir süre sonra durumu fark eden Alaattin Öğretmen kendisi inerek atına beni bindirdi, ne kadar sevinmiştim. Hem çok saygı duyduğum öğretmenimin atına binmiştim, hem de biraz dinlenme fırsatı bulmuştum.

Bir süre daha böyle devam ettik ve bu sürenin önemli bir kısmını inişli yolda geçirdik. Bu arada zaman öğleyi geçti ve gece yola devam edemeyeceğimizden dağ yoluna girmeden önce dağa en yakın köyde geceyi geçirmemiz gerekiyordu. Behçet Dede ve Alaattin Öğretmen, büyük bir köy olup aynı zamanda dağa en yakın olan Pınarlı (Suloban) Köyünün en üst mahallesinde misafir olacağımızı aralarında konuştular. Ancak daha o Köy ve Mahalleye varmak için de yolumuz vardı. Güneş alçalmaya başlayınca hava soğudu ve ben çocuk bünyemle atın üstünde üşümeye başladım. Zaten epey zamandır at sırtında olduğum için inmek isteğimi Öğretmenim Alaattin bey’e bildirdim ve izniyle attan indim.

Günün sonunda, ikindi ile akşam vakti arasında misafir olacağımız hanenin kapısına vardık. Üç kişiydik ve 8-9 büyük baş hayvanla iki atımızı kabul edecek bir ev sahibi bulmuştuk. Düşünün ki daha önceden size haber verilmemiş (zaten nasıl haber verilebilir ki o günün iletişim imkânsızlığında) bir yolcu kafilesi akşamın darında kapınıza dayanacak, siz hem kendilerini hem de epeyce kalabalık sayılan hayvanlarını konaklatacaksınız. O zaman ki misafirperverliği ve geniş gönüllülüğü şimdiki durumumuz ile kıyaslayabilir miyiz, bilmem ki.

Ev sahibimiz bize misafir odasını açtı, hayvanlarımızı da içeriye aldı ve besledi. Gürül gürül yanan sobada ısındık, el örgülü desenli kilimlerinin duvarlarını ve oda tabanını, yünden doldurulmuş tombul minderlerinin ve kilim desenli yastıklarının sokilerini süslediği odada ev sahibimizle yemeğimizi yedik. Ev sahibimizin oğulları başımızda pervane döndüler ve her işi babalarının kaş göz hareketi ile yapıyorlardı.

Yemekten sonra benim çocuk bünyem yorgunluğa fazla dayanamayıp uyku bastırsa da ev sahibinin komşuları bizim misafirliğimizi duyup akşam oturmasına geldiler. Öğle ya kasım ayında kışın bastırdığı ve mayıs ayı başlarına kadar hüküm sürdüğü dağ köyüne köy dışından pek fazla gelip giden olamayacağından bu köylüler için bir muhabbet fırsatı idi. Yaşlıların arasında koyu bir sohbet başladı. Yol arkadaşlarım Behçet Dede ve Alaattin Öğretmenin yörede de tanınan kişiler olduğunu sohbetin akışı içerisinde bir daha öğrendim.

Bu öyküye konu olayın geçtiği yıllarda akşam komşu oturması dediğiniz saat 6-7 gibi başlar 9-10’da biterdi. O gün de öğle oldu ve ev sahibimizin komşuları gittiler, bizim yataklarımız hazırlandı. Sokinin birine iki yatak diğerine de tek yatak serildi. Ve ben hemen yattım.

Sabah odamızdaki sobayı yakmak üzere gelen ev sahibimizin oğlunun tıkırtısıyla uyandım, baktım yol arkadaşlarım da uyanmışlar kendi aralarında sessizce konuşuyorlar. Odamız, çam odunlarının çıtırtıları ile yanan sobadan hemen ısındı. Biraz sonra ev sahibimiz kahvaltımızı getirtti. Kahvaltıda çorba, tereyağı, bal, köy peyniri vardı.

Kahvaltımız tamamlanınca Behçet Dede gecikmeden yola çıkmamız gerektiğini söyledi ve öğle yaptık. Hayvanlarımız da daha önce ev sahibimizce doyurulmuş ve suları içirilmişti. Güneş daha yeni doğmakta iken yola koyulduk. Bundan sonrası artık sürekli tırmanışla geçecekti. Zaten konakladığımız köyün denizden yüksekliği 1600 metrenin üzerindeydi. Behçet Dede, güzergâhımızın Veliköy ve Pınarlı’nın yaylası olan Taşlı Yayla’dan dağa tırmanan patika yoluna girip halk arasında Kençiyan olarak bilinen ve çevrenin en yüksek dağı olan Göze Dağı’nın güney doğusundan dağı aşıp kuzey doğusunda kalan ve gideceğimiz köy olan Kol Köyü’ne ulaşacaktık.

Konakladığımız köyden takriben iki üç saat sonra Taşlı Yayla’ya vardık ve yayla içerisinde biraz mola verdik, hayvanlarımızı dinlendirdik. Yayla güneye doğru baktığı için bazı yerlerinde kar kalkmış ve kardelenler ile ısırgan otları yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamışlardı. Ama henüz yollardaki kar tamamen kalkmamıştı ve haliyle yürümek oldukça zor oluyordu. Zaten taşlı Yayla’dan sonra Behçet Dede ile Alaattin Öğretmen de artık atlarına binemeyeceklerdi. Çünkü yolumuz epeyce yokuştu. 1800 metrelerde olan rakımdan 2500 metreleri geçen yüksekliğe çıkacaktık ve dağın güney doğu yamacından kuzey doğu yamacına Posof tarafına geçecektik.

Taşlı Yayla’dan tekrar yola koyulduk. Yolda bazen kar üzerinden yürüyor, bazen de donu çözülmemiş toprak patika yollardan geçiyorduk. Bazı yerlerde geçiş güzergâhımıza çığ düşmüş, bazı yerlerde de tipi rüzgâr, kar yığınlarını oldukça fazla biriktirmişti. Böyle yerlerde kar birikintileri donduğu (kırç tuttuğu) için biz ve hayvanlarımız kar üzerinden batmadan ilerleyebiliyorduk.

Mola yerimizden epeyce çıkmıştık ki kırç tutmuş karın üzerinde yürürken Behçet Dedenin atı battı. Hayvanın ayakları tamamen kara gömüldüğü için ne kadar çabalasa da kendi kendine çıkamadı battığı yerden. Behçet Dede ile Alaattin Öğretmen önce hem atın battığı yerdeki donmuş kar topaklarını zar zor açarak hem de atın battığı yerden kurtulması için fiziken yardım ederek epey bir uğraştan sonra çıkarabildiler.

Dağın Posof tarafına aşacağımız beline çıkmamız Taşlı Yayla’dan sonra bir buçuk iki saatimizi aldı. Yani konakladığımız Pınarlı Köyü’nden dağın geçiş beline yaklaşık beş saatte gelebilmiştik. Bundan sonra önümüz inişti ama daha hayli yolumuz vardı. Önce yaylarını geçtik Posof’a bağlı köylerin bir bir. Bu taraf kuzeye kaldığı için yolumuz genellikle karla kaplıydı, kayma ve batma tehlikesi devam ediyordu. Etrafta bizden başka ne bir insan ne bir hayvan izi vardı. Tabiri caizse uludağlarda ıssız ve yalnızdık, zaman zaman esen sert rüzgâr yerdeki kristalize olmuş kar taneciklerini savuruyor ve yüzümüze çarparak yürümemizi zorlaştırıyordu. Bu şekilde epey yürüyüp yaylaları geride bıraktıktan sonra menzilimize epey yaklaştık, bir taraftan da güneş etkisini kaybetti ve yüksek dağların batı tarafında adeta kaybolarak ıssızlığımıza bir de güneşin yokluğu eklendi.

Biraz daha yürüdükten sonra artık arazi eğimini biraz daha kaybetmiş ve tatlı bir iniş meyili halini almıştı. Uzakta öbek öbek üç tane yerleşim yeri kendini gösterdi. Ben Behçet Dede’ye buraların nereler olduğunu sorduğumda bana bu köylerin Sayho, Agara ve bizim hedefimizdeki Kol Köyü (Alabalık, Kale Önü ve Kol köyleri) olduğunu söyledi. Bir süre daha yürüyüp köylere yaklaştıktan sonra biz rotamızı Kol Köyüne çevirdik. Uzaktan bakınca çatıları düz damlı, yükseltileri pek fazla fark edilmeyen köy evlerinin üzerinde baca dumanların yükseldiği göze çarpıyordu. Bizi önce köpek havlamaları karşıladı ve köyün köpekleri sadece uzaktan havlamakla kalmayıp bizi köye sokmama çabasına girdiler.

Neyse akşam vaktine çok yakın bir zamanda Kol Köyüne girdik. Köylüler hayvanlarının akşam yemlemesini yapmışlar sulamakla meşgul idiler. Behçet Dede kafilemizi konaklayacağımız evin önüne yöneltti. Ev sahipleri bizim kirve dediğimiz Kazım ve Mülazım amcalardı. Arsiyan Yaylası’na çıktığımızda bize sürekli uğrar, bazen yatıya kalırlardı. Bazen de yaylaya çıkmadan önce veya yaylalar indikten sonra Köyümüze uğrar, misafir olurlardı. Geldiklerinde, kayın ağacından yapılan çalı süpürgesi, peynir getirirler, biz de kendilerine tamaz, dut kurusu, pestil, yaş meyve, çıra, alet edevat sapı yapılabilecek kereste parçaları ve tahtadan yapılmış sofra ve hamur yoğurma kabı olan kersan verirdik.

Ev sahiplerimizin oturdukları yerde iki üç ev avluya bakıyor, onları ahır ve samanlık olarak kullandıkları yapılar tamamlıyordu. Bu görünümüyle küçük bir koloni gibiydi. Yapıların hepsi taştan örülmüş, üstleri düz toprak tavan-çatı ve tavanda ışık almak için pencere gözcükleri konulmuştu. Evlerin sırtı genellikle hafif meyilli araziye dayandırıldığından ters taraftan bakıldığında toprak çatıların üzeri bir arazi parçasını andırıyordu. Doğrusu bu haliyle ilk gördüğüm yapılar bana çok ilginç gelmişti. Ayrıca evlerinin yanında bulunan tezek yığınlarını da ilk kez görmüştüm.

Ev sahiplerimiz kalabalık bir aile idi, bir hayli de büyük, küçük baş hayvanları ve kazları vardı. Üç tane de iri kıyım çoban köpekleri bağlıydı.

Bizi çok içtenlikle karşıladılar, hayvanlarımızı ahırlarına alıp bakıp beslediler, bize köy evlerinde olabilecek en güzel misafir odalarını açtılar. Odanın içi binanın dışındaki derme çatma taş duvar görünümüne hiç benzemiyordu. Odanın tabanında el dokuması halılar, duvarlarında yine el dokuması kilimler, sokilerinde bol yünle doldurulmuş pofuduk minder ve kilim örgüsü kılıfları olan yastıklar vardı.

Artık hava tamamen kararmıştı. Akşam yemekleri yenildi. Yemekte kaz eti ile kaz yağından yapılmış bulgur pilavı ana yemek olmak üzere değişik katıklar da vardı. Yemekten sonra ev sahiplerimiz, onlara ziyarete gelen komşuları ile Behçet Dede ve Alaattin Öğretmen arasında koyu bir sohbet başladı. O yıllarda insanlar bir araya gelince pek şimdiki gibi siyaset konuşmazlar, günlük geçim işlerinden, hayvancılıktan, ekinden ve yayla işlerinden bahsederlerdi.

Neyse yatma vakti geldi. Ev sahibimiz yatakları hazırlarken benim yol arkadaşlarım, benden bahsederek “çocuk için yatak hazırlamanıza gerek yok birimizle yatar” dedikleri için odaya iki tane, yünden yapılmış olan yatak hazırlandı. Bu noktada benim için yatmadan önce çözmem gereken iki sorun vardı. Birisi ve en önemlisi dışarıda, köpeklerin bağlı olduğu yere yakın ve ayrı bir kulübe şeklindeki tuvalete gidip ihtiyaç gidermekti. Köpeklerden oldum olası korkardım, bunun asıl sebebi de daha küçükken yaylada bir çoban köpeğinin açık alanda bana saldırması ve yaralaması idi. Neyse o ihtiyacımı ev sahiplerimizden birisinin yardımı ile hallettim. Sıra yatmaya gelince bana kiminle yatacağımı sorduklarında ben de hemen Behçet Dede ile dedim. Bunun üzerine Alaattin Öğretmen, bana dönerek “hele bunun yaptığına bak, ben öğretmenim, benimle yatmayı tercih etmiyor da, yanağından ‘şoğurtları’ akan Behçet Dedesi ile yatacağım diyor” dedi. Bu durum karşısında Behçet Dede de bıyık altından gülerek Alaattin Öğretmene adeta hayıflanıyordu.

Benim Behçet Dedeyi tercih etmemin iki sebebi vardı. Birincisi o yıllarda biz öğrenciler öğretmenlerimize çok saygı duyar ve çekinirdik ve fazla yüz göz olacak davranışlardan sakınırdık. İkinci sebep ise Behçet Dede hem kışlada hem de yaylada kapı komşumuzdu ve O’nu aileden biri gibi görürdük.

O geceyi Behcet Dede ile başlarımız yatağın ayrı uçlarında olacak şekilde geçirdik. Sabah ev sahiplerimiz güzel bir kahvaltı yaptırdı. Sonra Behçet Dede ve Alaattin Öğretmen beni orada bırakarak günübirlik olarak başka bir köye mi yoksa Posof’a mı gittiler onu tam hatırlayamıyorum, ama o gün akşama kadar ne kadar sıkıldığımı çok iyi hatırlıyorum. Kaldığım odadan hava almak üzere sabah ilk defa dışarıya çıktığımda sanki güneş aksi yönden doğmuş gibi geldi ve adeta nevrim dönmüştü. Evin çocukları da pek akranım değildi.

Neyse o günü zar zor akşam ettim. Yol arkadaşlarım döndüler, o geceyi de orada geçirdikten sonra ertesi gün sabah erkenden ev sahibimizle vedalaşıp evimize dönmek üzere yola koyulduk.

Şimdi, geldiğim 50 yaşımda iyi ki o yolculuğu yapmışım, o zorluklara katlanmışım diye kendimi mutlu hissediyorum. Bu açıdan bakınca; çocuklarımızı ve onların çocuklarını çok nazenin yetiştiriyoruz ve hem günlük hayatlarında hem de ailevi sorumlulukları üstlendiklerinde azıcık zorluklarla karşılaşınca yeterince direnç gösteremiyorlar. Bilmem belki de ben yanlış düşünüyor olabilirim. Çocukluğumda yaşadığım her şey aklıma geldikçe içimde tatlı bir huzur doluyor adeta. Bu nedenle; şehir ortamında, düzgün yollarda, marka ürünlerden seçilen çeşit çeşit korunaklı ayakkabı, botları giyebildikleri halde yine de mutlu olamayan alt soyumuza rağmen, 2500 metre rakımlı dağlardan kış sayılacak bir mevsimde ince, kara lastiklerle yol almak zorunda olan kendimi daha şanslı hissediyorum nedense…

09.11.2009, Ankara
Kibar ALTUNAL

Bu İçerik 353 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi