Şavşat Duvar Gazetesi Doğa ve Yaşam

Çevreciyiz; Neden, Ne Kadar ve Nasıl?

Kibar Altunal

Her canlı gibi insanoğlu da var olan bir çevreye doğar. İnsan için her şey veridir doğduğu anda. Yani bu anlamda çaba sarf etmesi, bir emek harcaması gerekmez. Bir bakıma ve amiyane tabirle her şeye beleşten sahip olur. Hava, su, toprak, anne, baba, anne sütü vs. sayılamayacak çok şeydir karşılıksız sahip olduklarımız. Ve her canlı gibi insan da daha ilk nefes almaya başladığında çevreyi de tüketmeye başlar. Yer, içer, çıkarır, gürültü yapar. Öyle ya doğduğunda 3-4 kg olup 80-100 kg.lara çıkabilmek için tüketmesi gerekmektedir. Demek ki dünyaya gelen her canlı gibi insan da tüketicidir, kirleticidir ve bu durum doğumdan ölüme kadar kesintisiz devam eder.

Bu noktada sorulması gereken tüketim ihtiyacı ile sürdürülebilir çevre dengesinin nasıl kurulabileceği hususudur. Benim gibi yaşı ellileri bulmuş olanları şöyle bir düşünceye davet ediyorum.

Kırk yıl önce bizler daha onlu yaşlarda iken günlük yaşantımızı ve tüketim alışkanlıklarımızı bir göz önüne alalım. Hayatımızda elektrik enerjisi tüketimi yoktu. Aydınlatma, buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi, televizyon, ütü, elektrikli küçük ev aletleri yoktu. Köylerimizde bir tane toplu taşım yapan minibüs, bir veya iki nakliye kamyonu, bir veya iki traktör ya vardı ya da yoktu.

Çamaşırlar bilinen en sade sabunlarla yıkanır, aynı şekilde banyo yaparken de sabun kullanılırdı, yani türlü türlü deterjanlar ve şampuanlar yoktu.

Herkesin evinde, kapısında su yoktu, mahallenin çeşmesinden getirilirdi içme ve kullanma suları yaz kış.

Cep telefonu olmadığı gibi evlerde hatta köylerde sabit telefon da yoktu, telefonu ilçeye, devlet dairesine gidince görebilirdik ancak.

Köyümüzde hatta ilçemizde, parfüm, deodorant gibi maddelerin kullanıldığını ne kadarımız biliyordu?

Bahsettiğimiz dönemde ambalaj malzemesi olarak eski gazetelerden yapılan kese kağıdı, file, bez torba, ahşap ya da toprak kaplar kullanılırdı. O zaman poşet torba, naylon kaplar var mıydı?

İçimizde kaçımız çocukluğunda tuvalet kağıdı, kağıt peçete, kağıt havlu ve ıslak mendil kullandı?

Burada sayılanları uzatmak elbette ki mümkün. Şimdi bir de kendimizi şöyle sorgulayalım çevre bilinci aşkına!

Bulunduğumuz ortamda biran elektrikler kesildiğinde ne kadar sabredebiliyoruz? Televizyonumuzu açmadan iki saat oyalanabiliyor muyuz? Sadece sabunla elde çamaşır yıkayabilir miyiz? Ütüsüz elbise giyebilecek miyiz? Musluktan su akmadığını anlayınca tepkimiz ne oluyor? Hele her evde artık birden çok olmaya başlayan otomobillerin sağladığı rahatlıklardan vazgeçebilir miyiz? Hemen hemen bütün bireylerin tüketir hale geldiği parfüm, deodorant, sprey gibi maddeleri hayatımızdan çıkarabilir miyiz?

Evdeki sabit telefonlardan vazgeçelim çocuk yaşta ki bireylerimize kadar elimizde çifter çifter dolaştırdığımız cep telefonları, çeşitli müzik çalarlar, mp3 ler, bluetoothlar, bilgisayarları, vs, vs, hayatımızdan çıkarabilir miyiz? Çıkarmamız gerekir mi?

Evimizde, büromuzda su tüketirken gerektiği kadar mı açıyoruz muslukları? Banyoda kullandığımız suyun atığı ile sifon suyu ihtiyacını giderme düşüncesi taşıdık mı hiç?

Elektrikli ev aletlerini daha az kullanmak işimize gelir mi? Elektrikli alet fişlerini prizde takılı bırakmanın, ütüyü, müzik aletlerini gereksiz yere çalıştırmanın, gece yarılarına kadar internette gezinmenin, cep telefonları ile dakikalarca konuşmanın çevreye verdiği zarardan ve bize sağladığı hazdan vazgeçebilir miyiz? Nitekim bu soruları da uzatabiliriz uzatabildiğimiz kadar.

Doymak bilmez bu tüketim iştahımızı tatmin etmek için bu ürünler bize sunulana kadar neler oluyor? Yazımızın başında kırk sene öncesine geriye gidelim diye bir giriş yapmıştık. O zamanlarda hiç birimizin köyünde elektrik olmadığı gibi ilçemizin elektrik ihtiyacı da bir jeneratörle karşılanıyordu. Zaten o zaman ki elektrik ihtiyacı şimdikinin belki yüzde biri bile değildi. Bu gün tüketilen elektriği karşılamaya bir jeneratör yetmeyeceği için ulusal hatta uluslar arası iletim şebekesinden elektrik sağlanmaktadır.

En ücra köşedeki küçücük ilçelerimizin çoğunluğu terk edilmiş bir çok köyünde, mahallesinde evlerin başında sokak lambaları yanıyor. Yazın bir iki aylığına gittiğimizde yanmayanların yakılması için ilgili yerlerde girişimde bulunmayı da ihmal etmiyoruz.

Bir çoğumuz elektrik enerjisinin nereden sağlandığını biliriz ancak yinede bir gözden geçirelim bu bilgilerimizi. Bilindiği üzere enerji üretim çeşitliliği olarak; hidro elektrik santralleri, termik santraller, doğalgaz çevrim santralleri, nükleer enerji santralleri ve rüzgar enerji kaynaklı santralleri sayabiliriz.

Şimdi de bu enerji kaynaklarının enerjiye nasıl dönüştüğüne kısaca göz atalım.

Hidro elektrik kaynaklı enerji üretimi için su gücüne ihtiyaç olduğu malumumuzdur. Büyük çapta güç oluşturmak için baraj yapmak gerektiğini, baraj havzasında toplanan suyun o bölgedeki habitatı su altında bıraktığını ve böylece barajın oluşturduğu göl alanının doğal çevreye müdahale olduğunu da bilmeyenimiz yoktur.

Termik santraller ise, hem yakmada kullanılan ısı kaynağı kömürün çıkarılması sırasında doğal çevreye verilen zarar hem de yakmadan kaynaklanan duman ve toz kirliliğinin çevre ve insan sağlığı üzerinde oluşturduğu olumsuz etkiler de tartışma götürmeyecek kadar açıktır.

Diğer bir enerji kaynağı olan doğalgazdan elektrik üretilebilmesi için doğrudan konut ve iş yeri ısıtmasında kullanılan doğal gaza ilaveten dönüşüm santrallerinde kullanmak için de doğal gaz ithal etmek gerektiğini, bunun için döviz transferi ya da yeterince dış satım yapmak gerektiğini biliyoruz. Tamamen dışa bağımlı bir enerji sektörünün ise ülkemizin stratejik geleceği açısından büyük sakıncalar doğuracağı da açıktır. Ki zaman zaman kış ortasında, soğukların en yüksek seyrettiği zamanlarda doğalgaz ihraç eden ülkelerin doğalgaz ithal eden ülkeleri nasıl sıkıştırdıkları da zaten bilinen bir durumdur.

Nükleer enerjinin kaynağı ise nükleer yakıtlardır. Bu yakıtlar uranyum zenginleştirilmesi ile elde edilmekte olup bir kaza anında binlerce, hatta on binlerce insanın ölümüne, bir o kadarı veya daha fazlasının sakat kalmasına, yıllarca süren nükleer kirliliğe sebep olduğunu, daha yakın geçmişte Çernobil Nükleer Santralinde meydana gelen kazanın çevre coğrafyalarla birlikte ülkemizde de yıllarca onarılması güç yaralar açtığı izahtan varestedir.

Kurulduğu alandaki görüntü kirliliği dışında çevresel etkileri yönünden en temiz enerji kaynağı rüzgar enerjisidir şüphesiz. Bunun için ise yeterli ve istikrarlı rüzgar oluşan yerlere ihtiyaç vardır. Bir an için bunların varlığını düşünsek bile Ülkemizin 73 milyon nüfus ve 780 bin kilometre kare alana sahip büyüklüğü ile sadece rüzgar enerjisinden yararlanılarak elektrik ihtiyacının karşılanmasının mümkün olmadığı açıktır.

Bunların dışında belki elektrik enerjisinden ya da deniz dalgalarının oluşturduğu güçlerden de yararlanabiliriz. Ancak bunların bizim tüketim ihtiyacımızı karşılayacağı beklenemez.

Peki o zaman ne yapacağız? Kendimizi bir an için bu büyük ve güzel ülkenin enerji politikalarını belirleyen ve yönlendiren kişi olarak görelim. Bir tarafta her gün hem nüfus artışına bağlı olarak hem de elektrik enerjisi ile çalışan yeni yeni ekipmanların hayatımıza girişi ile sürekli artan enerji talebi, diğer tarafta ise her birim enerji üretimi için vazgeçilmesi, feda edilmesi gereken doğal çevre. İkisinin arasında sıkışıp kalacağımız kesin. Bir de bolca enerji tükettiği halde her şeye karşı çıkma refleksi gösteren çevre savunucuları!

Biz de işin kolayını seçip çevreye olumsuz etki yapan bütün yatırımlara yeniçeri edasıyla “istemezuk” diyebiliriz, eylemler yapabiliriz, yargı yoluna başvurabiliriz. Bunların hepsi mümkün ve de belki de işin kolayı.

Yatırımların kararını veren ve uygulayan kamu otoriteleri ve elbette ki siyasetçiler halkın verdikleri tepkilere duyarsız kalamazlar. Tepkilerin yoğunluğuna göre kararlarını gözden geçirir ve gerekirse değiştirirler.

Ancak; elektrik enerjisini göz önüne alacak olursak; yıllık tüketimi karşılayacak elektrik arzını planlayamadığımız ve hatta sağlayamadığımız zaman da başka bir handikapla karşı karşıya kalırız. Daha çok tepki çeken alanlardan daha az tepki çeken alanlara bu yönlü yatırımların kaydırılması belki mümkündür ve mahalli olarak kısmi rahatlık sağlayabilir olsa da ülke içinde hatta aynı arz üzerinde oldukça yani bu yönüyle ortak çevremizi menfi etkiledikçe son kertede bir şeyin değişmeyeceği açıktır.

Bizler doğup büyüdüğümüz yerlerden çeşitli saiklerle göç edip yılın en az on bir ayını geçirdiğimiz büyükşehirleri kirletelim, kaynaklarını kullanalım ama bizim yöremiz kirlenmesin, tüketilmesin, ellenmesin diyebilir miyiz? Eğer diyebiliyorsak bu ne kadar etik olur. Yani hem karnımız doysun hem de ekmeğimiz eksilmesin düşüncesi ne kadar gerçekçi olur?

Toplumların yönetimine talip olanlar ihtiyaçların nasıl karşılanacağını da planlamak zorundadırlar. Bu planlamalarda bizim beklentimiz işin kolayına kaçmadan, alternatif maliyet ve etkileri değerlendirilerek, dışa bağımlılığı ekonomik, askeri ve stratejik olarak en aza indiren, çevresel etkileri yönünden zararı en az olan, doğanın kendisini yenilemesine fırsat tanıyan, mahalli, ulusal ve dış kaynakları da değerlendirip alternatif yatırım ve kalkınma politikaları oluşturmalarıdır.

Bu kararların oluşturulup uygulanmasında sivil topluma düşen sadece biz istemeyiz sloganı ile yetinmeyerek mahalli, ulusal ve küresel dengeler içerisinde en iyi politikaların oluşumu için karar vericileri yönlendirici tutum takınmaktır. Bu açıdan milli kaynaklarımız varken sathi düşüncelerle hareket edip onları koruyormuş gibi davranarak diğer taraftan bitmek bilmeyen tüketim iştahımızı tatmin etmek için dış girdi sağlamak amacıyla uluslar arası sermayeye borçlanarak torunlarımızın daha fazla borçlu doğmasına göz yummak anlamına gelmez mi?

Diğer bir bakış açısından baktığımızda, yapılan ya da yapılacak her girişime karşı çıkmak ta bir tercihtir, bu karşı duruş belki devlet erkini kullananları yaptıklarının doğru ya da yanlışlığı hususunda bir nebze sorgulamaya da itebilir. Ama bu duruş daha ziyade muhalif siyasi duruş olmaz mı? Yani icra organı tarafından bakıldığında her şeye karşı çıkılıyor, bir mantığı yok, mantıklı uygulanabilir bir çözüm önerisi yok, o halde kulak asmaya da gerek yok bakışını doğurmaz mı?

Elbette ki doğayı Yaratıcımızın ihsanı ile atalarımızdan emanet aldık ve torunlarımıza bırakmak zorundayız. Ama unutmayalım ki yaratılmışların içerisinde en şerefli varlık insandır. Bu yönüyle bütün çevre onun istifadesine emanet bilinci ile sunulmuştur. Bu nedenle doğayı da tabulaştırmamalıyız değil mi? Bu açıdan bakıldığında bana göre; ufacık derelerin üzerine küçük dere santralleri kurarak onlardan elektrik üretimi yapma girişimi, atılan taş ürkütülen kurbağayı değmeyeceğinden veya diğer bir deyişle astarı bezini korutmayacağından ne kadar gereksiz ise ülkemizde hatta dünya çapında debisi en yüksek nehirlerden olan bu yönü ile her yıl etrafını hırçınca yıkıp götüren Çoruh Nehri’ne santraller kurup onun gücünden yararlanarak ulusal ekonomimize katkı sağlamak ta o kadar gereklidir.

Bir şeylere karşı çıkarken en azından kişisel eylemlerimizle kontrol edebileceğimiz birçok husus olduğunu bilelim. Tabii ki karar vericilerin kararlarını verirken şeffaf ve dürüst olmaları, ulusal kaynak kullanımını dengeli ve israfa yol açmadan yapmaları, sınıf, zümre ve bireyler arasında fırsat eşitliğini zedeleyecek uygulamalar yapmamaları, hukuku adalet temeline dayandırmalarının yanında hukuka uymalarını isteme, izleme ve denetleme yönündeki tavrımızdan da vazgeçmemeliyiz. Ama en az bu kadar önemli olan kişisel davranışlarımızla çevreyi kirletici, tüketici etkilerimizin azaltılmasıdır. Yani ele talkımı verirken kendimiz salkımı yutmamalıyız. Başka bir değişle iğneyi kendimize batıralım bakalım tepkimiz ne oluyor? Bekara boşanmak kolay da denebilir başka bir tabirle.

Kendi nefsimize tekrar dönüp soralım; elektrik tüketimini azaltmak için evimizde, büromuzda lüzumsuz olan lambaları kapatıyor muyuz? İşi biten aletlerin fişlerini ya da sürekli kullanmadığımız elektrikli aletlerin fişlerinin prizde takılı olmamasına dikkat ediyor muyuz? Giysilerimizi temiz tutarak daha fazla süre giyip sık sık yıkanmaması suretiyle elektrik, su ve deterjan harcanmamasına çaba gösteriyor muyuz? Birden fazla cep telefonu yerine birisi ile yetinebiliyor muyuz? Daha az tuvalet kağıdı, kağıt peçete, kağıt havlu ve ıslak mendil tüketmeye var mıyız? Deodorant, parfüm ve benzeri koku giderici tüketim alışkanlıklarımızı en aza indirebilir miyiz? Banyoda oluşan atık suyu sifon suyu olarak kullanmaya kafa yorabilecek kadar hassas davranabilir miyiz? Pazara, çarşıya ve markete gittiğimizde daha az naylon poşet çanta kullanmak için titizleniyor muyuz? Pikniğe gittiğimizde kullandığımız yeri en azından bulduğumuzdan daha kötü bırakmamaya özen gösterebiliyor muyuz? Veya bulunduğumuz yerin aman bana ne demeden çevre temizliğini yapabilir miyiz? Şahsımıza ait motorlu taşıtımızı daha az kullanmak için bir çabamız var mı?

Bu soruları uzattıkça uzatabiliriz…

Neticede kırk yıl öncesinin yıpranmamış, kirlenmemiş, tüketilmemiş doğal kaynakları ile donanmış çevremizi bulabilmek için, bu süre içerisinde ulaştığımız refah düzeyimizden ve doymak bilmez tüketim iştahımızdan geri adım atabilir miyiz? Bu mümkün olmadığına göre doğayı kullanırken daha cimri olmalıyız, bizi yönetenlerden daha az şeyler istemeliyiz ki doğaya kendisini yenileme fırsatı verelim. Yoksa kendi sonumuzu kendimiz hazırlıyoruz, bize verilen emanete hıyanet ediyoruz, torunlarımızın geleceğini şimdiden karartıyoruz değil mi?

Neticeyi kelam önce kendime olmak üzere şöyle diyorum; çevreyi sözde değil özde koruyalım. Eğer özde koruyamaz isek davranışlarımızla sadece profesyonel muhalif oluruz, bu durumun çevreye ne kadar yararlı sonuç doğuracağını konu ile ilgili herkesin takdirine sunmak gerekir.

25.10.2010
Kibar ALTUNAL

Bu İçerik 9453 Kez Görüntülendi

Doğa ve Yaşam Üye Listesi