Şavşat Duvar Gazetesi Felsefe
Diyalektik Materyalizm (III)
‘Panta cwrei, oudei menei.”
’Her şey akar, hiçbir şey durmaz.”
(Herakleitos)
Doğayı ve toplumu düşünmenin ve yorumlamanın bir yöntemi olan diyalektik, her şeyin sürekli olarak bir değişim ve akış halinde olduğu aksiyomundan hareket ederek, evrene bakmanın bir yolunu oluşturur. Ama bundan ibaret değildir. Diyalektik, değişim ve hareketin çelişki barındırdığını ve ancak çelişki yoluyla gerçekleşebileceğini açıklar. Böylece, söz konusu olan, pürüzsüz, kopuşsuz bir ilerleme çizgisi yerine, yavaş, birikimli değişimlerin (nicel değişim) yüksek bir ivme kazandığı, niceliğin niteliğe dönüştüğü, ani ve patlamalı dönemler tarafından kesintiye uğratılan bir çizgidir. Diyalektik, çelişkinin mantığıdır.
Diyalektiğin yasaları Hegel tarafından ayrıntılı biçimde geliştirilmiştir, ama onun yapıtlarında bu yasalar mistik ve idealist bir biçime bürünürler. Diyalektiğe ilk kez bilimsel, yani materyalist bir temel sağlayan Marx ve Engels olmuştur. Şöyle diyordu Troçki:
Hegel, Darwin ve Marx’tan önce yazdı. Fransız Devriminin düşünceye kazandırdığı güçlü itilim sayesinde, Hegel, bilimin genel hareketini öngördü. Ancak bu dahice olmakla birlikte sadece bir öngörü olduğu için, Hegel’den gelen idealist bir karakter kazandı. Hegel nihai gerçeklik olarak ideolojik gölgelerle uğraştı. Marx bu ideolojik gölgelerin hareketinin, maddi cisimlerin hareketinden başka hiçbir şeyi yansıtmadığını kanıtladı. [1]
Hegel’in yapıtlarında diyalektiğin tarih ve doğadan çıkarılmış yasasının birçok örneği mevcuttur. Ama Hegel’in idealizmi zorunlu olarak kendi diyalektiğine yüksek derecede soyut ve keyfi bir karakter veriyordu. Diyalektiği ‘Mutlak İdeanın” hizmetine sokmak için Hegel, Marx’ın Kapital’inde uyguladığı, verili bir olgunun yasalarını araştırma konusunun titiz biçimde nesnel bir incelemesinden türetmemizi isteyen diyalektik yöntemle bariz bir çelişki içinde, doğaya ve topluma bir şema dayatmak zorunda kaldı. Bu bakımdan, Marx’ın yöntemi, Hegel’in tarih ve doğaya keyfi biçimde yamanan idealist diyalektiğinin salt basmakalıp bir tekrarı olmasının çok ötesinde, onun tam karşıtıydı. Bizzat açıkladığı gibi:
Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel’e göre, ‘İdea” adı altında bağımsız bir özneye de dönüştürdüğü insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci, gerçek dünyanın yaratıcı gücüdür, ve gerçek dünya sadece ‘İdeanın” dış, görüngüsel biçimidir. Bende ise tam tersine, idea, insan zihninde yansıtılmış ve düşünce biçimlerine tercüme edilmiş maddi dünyadan başka bir şey değildir. [2]
Çevremizdeki dünyaya dikkatlice baktığımızda, muazzam ve şaşırtıcı ölçüde karmaşık bir olaylar serisi, görünüşte sonu gelmez değişimler, nedenler ve sonuçlar, etkiler ve tepkilerden oluşan bulmaca gibi bir ağ görürüz. Bilimsel araştırmanın itici gücü, bu kafa karıştırıcı labirentin akılcı bir sezgisine ulaşma, onu anlama ve onu fethetme arzusudur. Geneli özelden, tesadüfi olanı zorunlu olandan ayıran ve bize meydan okuyan olayları doğuran güçleri anlama olanağını veren yasaları ararız.
İngiliz fizikçi ve felsefeci David Bohm’un sözleriyle:
Doğada hiçbir şey sabit kalmaz. Her şey sürekli bir dönüşüm, hareket ve değişim halindedir. Ancak, önceden gelen öncüller olmadan hiçbir şeyin içinden hiçbir şeyin birdenbire çıkmadığını keşfediyoruz. Benzer biçimde, hiçbir şey, kendisinden sonra varolan bir şeye mutlak surette yol açmama anlamında, bir iz bırakmadan kaybolmaz. Dünyanın bu genel özelliği, farklı türden muazzam büyüklükte bir deneyimler alanını özetleyen ve henüz, bilimsel ya da değil, herhangi bir gözlem ya da deneyle çelişkiye düşmemiş bir prensiple ifade edilebilir: her şey başka şeylerden gelir ve başka şeylere yol açar. [3]
Diyalektiğin temel önermesi her şeyin sürekli bir değişim, hareket ve gelişme süreci içinde olduğudur. Bize hiçbir şey olmuyor gibi göründüğünde bile, gerçekte, madde sürekli olarak değişmektedir. Moleküller, atomlar ve atomaltı parçacıklar sürekli olarak yer değiştirmektedirler ve her zaman hareket halindedirler. Diyalektik bu bakımdan, hem organik hem de inorganik maddenin her düzeyinde ortaya çıkan olayların ve süreçlerin, vazgeçilmez nitelikte, dinamik bir yorumudur.
’Şu gözlerimize, kaba gözlerimize göre, hiçbir şey değişmemektedir,” diyor Amerikalı fizikçi Richard P. Feynman, ‘ama onu bir milyar kere büyütülmüş olarak görebilseydik, kendi bakımından onun sürekli değiştiğini görürdük: moleküller yüzeyi terk etmekte ve geri gelmektedirler.” [4]
Bu fikir diyalektik için o kadar temeldir ki, Marx ve Engels hareketi maddenin en temel ayırt edici özelliği saydılar. Birçok durumda olduğu gibi, bu diyalektik kavrayış da Aristoteles tarafından önceden haber verilmişti: ‘Bu nedenle ... «doğanın» ilk ve temel anlamı, kendilerinde ... hareket ilkesini barındıran şeylerin özüdür.” [5] Bu anlayış, bir dış ‘kuvvet” tarafından eylemsiz bir kütleye aktarılan bir şey olarak tasarlanan mekanik bir hareket anlayışı değil, öz devinimli bir şey olarak tasarlanan tamamen farklı bir madde anlayışıdır. Onlar için madde ve hareket (enerji) bir ve aynı şeydi, aynı fikrin iki ifade biçimi. Bu fikir Einstein’ın madde ve enerjinin denkliği teorisi tarafından parlak biçimde doğrulanmıştır. Engels’in açıkladığı gibi:
Maddenin varoluş tarzı, onun doğasından gelen niteliği olarak tasavvur edilen en genel anlamda hareket, basit yer değiştirmeden düşünmeye kadar evrende gerçekleşen tüm değişim ve süreçleri kavrar. Hareketin doğasının incelenmesi için, elbette bu hareketin en aşağı, en basit biçimlerinden başlamak ve bunları daha yüksek ve karmaşık biçimleri açıklamadan önce kavramayı öğrenmek zorunludur. [6]
KAYNAK:AKLIN İSYANI-Alan Woods - Ted Grant
’Her şey akar, hiçbir şey durmaz.”
(Herakleitos)
Doğayı ve toplumu düşünmenin ve yorumlamanın bir yöntemi olan diyalektik, her şeyin sürekli olarak bir değişim ve akış halinde olduğu aksiyomundan hareket ederek, evrene bakmanın bir yolunu oluşturur. Ama bundan ibaret değildir. Diyalektik, değişim ve hareketin çelişki barındırdığını ve ancak çelişki yoluyla gerçekleşebileceğini açıklar. Böylece, söz konusu olan, pürüzsüz, kopuşsuz bir ilerleme çizgisi yerine, yavaş, birikimli değişimlerin (nicel değişim) yüksek bir ivme kazandığı, niceliğin niteliğe dönüştüğü, ani ve patlamalı dönemler tarafından kesintiye uğratılan bir çizgidir. Diyalektik, çelişkinin mantığıdır.
Diyalektiğin yasaları Hegel tarafından ayrıntılı biçimde geliştirilmiştir, ama onun yapıtlarında bu yasalar mistik ve idealist bir biçime bürünürler. Diyalektiğe ilk kez bilimsel, yani materyalist bir temel sağlayan Marx ve Engels olmuştur. Şöyle diyordu Troçki:
Hegel, Darwin ve Marx’tan önce yazdı. Fransız Devriminin düşünceye kazandırdığı güçlü itilim sayesinde, Hegel, bilimin genel hareketini öngördü. Ancak bu dahice olmakla birlikte sadece bir öngörü olduğu için, Hegel’den gelen idealist bir karakter kazandı. Hegel nihai gerçeklik olarak ideolojik gölgelerle uğraştı. Marx bu ideolojik gölgelerin hareketinin, maddi cisimlerin hareketinden başka hiçbir şeyi yansıtmadığını kanıtladı. [1]
Hegel’in yapıtlarında diyalektiğin tarih ve doğadan çıkarılmış yasasının birçok örneği mevcuttur. Ama Hegel’in idealizmi zorunlu olarak kendi diyalektiğine yüksek derecede soyut ve keyfi bir karakter veriyordu. Diyalektiği ‘Mutlak İdeanın” hizmetine sokmak için Hegel, Marx’ın Kapital’inde uyguladığı, verili bir olgunun yasalarını araştırma konusunun titiz biçimde nesnel bir incelemesinden türetmemizi isteyen diyalektik yöntemle bariz bir çelişki içinde, doğaya ve topluma bir şema dayatmak zorunda kaldı. Bu bakımdan, Marx’ın yöntemi, Hegel’in tarih ve doğaya keyfi biçimde yamanan idealist diyalektiğinin salt basmakalıp bir tekrarı olmasının çok ötesinde, onun tam karşıtıydı. Bizzat açıkladığı gibi:
Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel’e göre, ‘İdea” adı altında bağımsız bir özneye de dönüştürdüğü insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci, gerçek dünyanın yaratıcı gücüdür, ve gerçek dünya sadece ‘İdeanın” dış, görüngüsel biçimidir. Bende ise tam tersine, idea, insan zihninde yansıtılmış ve düşünce biçimlerine tercüme edilmiş maddi dünyadan başka bir şey değildir. [2]
Çevremizdeki dünyaya dikkatlice baktığımızda, muazzam ve şaşırtıcı ölçüde karmaşık bir olaylar serisi, görünüşte sonu gelmez değişimler, nedenler ve sonuçlar, etkiler ve tepkilerden oluşan bulmaca gibi bir ağ görürüz. Bilimsel araştırmanın itici gücü, bu kafa karıştırıcı labirentin akılcı bir sezgisine ulaşma, onu anlama ve onu fethetme arzusudur. Geneli özelden, tesadüfi olanı zorunlu olandan ayıran ve bize meydan okuyan olayları doğuran güçleri anlama olanağını veren yasaları ararız.
İngiliz fizikçi ve felsefeci David Bohm’un sözleriyle:
Doğada hiçbir şey sabit kalmaz. Her şey sürekli bir dönüşüm, hareket ve değişim halindedir. Ancak, önceden gelen öncüller olmadan hiçbir şeyin içinden hiçbir şeyin birdenbire çıkmadığını keşfediyoruz. Benzer biçimde, hiçbir şey, kendisinden sonra varolan bir şeye mutlak surette yol açmama anlamında, bir iz bırakmadan kaybolmaz. Dünyanın bu genel özelliği, farklı türden muazzam büyüklükte bir deneyimler alanını özetleyen ve henüz, bilimsel ya da değil, herhangi bir gözlem ya da deneyle çelişkiye düşmemiş bir prensiple ifade edilebilir: her şey başka şeylerden gelir ve başka şeylere yol açar. [3]
Diyalektiğin temel önermesi her şeyin sürekli bir değişim, hareket ve gelişme süreci içinde olduğudur. Bize hiçbir şey olmuyor gibi göründüğünde bile, gerçekte, madde sürekli olarak değişmektedir. Moleküller, atomlar ve atomaltı parçacıklar sürekli olarak yer değiştirmektedirler ve her zaman hareket halindedirler. Diyalektik bu bakımdan, hem organik hem de inorganik maddenin her düzeyinde ortaya çıkan olayların ve süreçlerin, vazgeçilmez nitelikte, dinamik bir yorumudur.
’Şu gözlerimize, kaba gözlerimize göre, hiçbir şey değişmemektedir,” diyor Amerikalı fizikçi Richard P. Feynman, ‘ama onu bir milyar kere büyütülmüş olarak görebilseydik, kendi bakımından onun sürekli değiştiğini görürdük: moleküller yüzeyi terk etmekte ve geri gelmektedirler.” [4]
Bu fikir diyalektik için o kadar temeldir ki, Marx ve Engels hareketi maddenin en temel ayırt edici özelliği saydılar. Birçok durumda olduğu gibi, bu diyalektik kavrayış da Aristoteles tarafından önceden haber verilmişti: ‘Bu nedenle ... «doğanın» ilk ve temel anlamı, kendilerinde ... hareket ilkesini barındıran şeylerin özüdür.” [5] Bu anlayış, bir dış ‘kuvvet” tarafından eylemsiz bir kütleye aktarılan bir şey olarak tasarlanan mekanik bir hareket anlayışı değil, öz devinimli bir şey olarak tasarlanan tamamen farklı bir madde anlayışıdır. Onlar için madde ve hareket (enerji) bir ve aynı şeydi, aynı fikrin iki ifade biçimi. Bu fikir Einstein’ın madde ve enerjinin denkliği teorisi tarafından parlak biçimde doğrulanmıştır. Engels’in açıkladığı gibi:
Maddenin varoluş tarzı, onun doğasından gelen niteliği olarak tasavvur edilen en genel anlamda hareket, basit yer değiştirmeden düşünmeye kadar evrende gerçekleşen tüm değişim ve süreçleri kavrar. Hareketin doğasının incelenmesi için, elbette bu hareketin en aşağı, en basit biçimlerinden başlamak ve bunları daha yüksek ve karmaşık biçimleri açıklamadan önce kavramayı öğrenmek zorunludur. [6]
KAYNAK:AKLIN İSYANI-Alan Woods - Ted Grant
Bu İçerik 1176 Kez Görüntülendi
Yorumlar
felsefe nedir sizce?Sayın Özgür ÇELİK
Ali Yüksel - 1 Mayıs 2006
Şayet soru soruyorsan felsefe yapıyorsun demektir.
Senin için hiç olan ezilen ve sömürülenler için anlamlıdır.
Heraklit antik çağda günümüzü yaşıyordu,sen hala neolitik çağda bile değilsin.
İslamik altın çağ yaşansaydı bugün islam dünyasının ilerlemiş olması gerekmez miydi?
- “her şey akar” ı anlayabilmek içinse hiçte filozof olmaya gerek yok.
Yaptığınız yorumda siz ne kadar özgürsünüz yada yoruma anlam olarak katkınız ne kadar?Bunu hiç düşündünüz mü?
Eleştir de bulunurken karşınızdakinin neyi okuyup okumadığına siz mi karar verirsiniz?
Bunca yorumu kendininmişcesine kaleme alırken sahi ne kadar kendinizdiniz?
Bana felsefenin türkçe sözcüklerle tanımını yaparmısınız?
Teşekkürler.
özdekçilik barbarlıktır.
Özgür Çelik - 30 Nisan 2006
1- “her şey akar, hiçbirşey durmaz” Sonra? Bu bir ‘aksiyom’ mudur? Felsefe kavramlarla iş görür.Kavramları gelişigüzel olarak, dizgedeki yerinden koparıp, başka anlatım biçimlerinde kullanabilirsiniz , ama felsefe alanına girdiğinizde kavramların bu şekilde gelişigüzel kullanımı ancak bilgi seviyenizin ölçütü olur, yoksa felsefe sizin yazdıklarınızla ne eksilir ne de gocunur.
2- ‘Hegel nihayi olarak ideolojik gölgelerle uğraştı’ Hangi gölgelerle?Bu saptamayı neye dayanarak yaptınız?Hegel baştan sona gerçeklikle uğraştı, onu anlama çabasına girdi ve gerçekliğe bir dizgede anlatım verme çabasında bulundu.Hegelin dizgesine böyle mi yaklaşıyorsunuz?Onun metinlerini okuma olanağımız artık türkçe’de de vardır.Bu çabaya hiç kalkıştınız mı?
3-Hegeli okumayı bile başaramayanlar tarafından ona yönelik saldırıların daha kapsamlısını batının son yüzelli yıldır felsefeden ne anladığını belirten metinlerde daha rahatlıkla bulabilirsiniz.Emin olun Marksistlerin ki en iyisi değildir.
4-Hiçbir ideoloji ben felsefeyim, üstelikte bilimselim demekle ne felsefe olur ne de bilim.Felsefenin bir yöntemi vardır ve bu yöntem eşit ölçüde zor olan anlama çabasıyla öğrenilir ve anlatılır.Yoksa başkalarını metinlerini ezberlemekle,bellemekle ve onları bir papağan edası ile tekrarlamakla ne dünya kavranır, ne kavrandığı sanılan dünya değiştirilir ne de felsefeci olunur.
5-Haksızlığa karşı durmanın değişik biçimleri elbette vardır.Örneğin yoksulluğa karşı çıkmak için küfür edebilirsiniz ya da ölebilirsiniz ama bu sizin felsefeden anladığınızı ya da felsefi bir tavır aldığınızı konutlamaz.
Sonuç olarak bilgelik sevgisini yedeğimize aldığımız sanısıyla toplum önüne çıkmakta bu kadar aceleci davranılmanın kısa vade de getirileri olabilir.Bu getiri sevgi ya da nefrettir.Ama sizden götürdüğü sadece özgür düşünme olanağından yoksun kalmaktır ki bir insan bırakın başkalarına kendine yapabileceği en büyük barbarlık budur.Amacınız bir inaç sorununa yanıt aramaksa istediğiniz şeye inanabilirsiniz,hatta gerçekliğin ölçütü özdek değil ördektir de diyebilirsiniz ama bunun usla , akılla bir ilgisi olmayacaktır.
Önce o yadsıdıklarınızı bir anlayın, sonra o bilgece edayla hüküm kurun.Felsefenin Temel İlkeleri ile felsefe yapılmaz,belki başka çok şey yapılır ama felsefe yapılmaz.Aristotalasi okumayacaksınız, Platonu okumadan biliyor kabul edeceksiniz, Spinoza’nın, Descartes’in tarafına uğramayacaksınız,Farabi, Sina zaten çoktan unutulduğu için hatırlanması bile abesle iştigal farzedilecek, Hegeli’de üçüncü el yorumlardan aklınızın yettiğince böyle ileri geri yargılayacaksınız.Bir gün bir ibeln size bilmeniz gerektiğini hatırlatır.Üzgünüm,kendinize yazık ediyorsunuz.Daha kolay barbarlık biçimleri varken felsefeden medet ummanızı anlamış değilim.
Materyalizm kötü metafiziktir.
Özgür Çelik - 30 Nisan 2006
Hegel hiç de materyalistlerin (özdekçiler) düşündüğü gibi özdeği düşüncenin öncelediğini savlamaz. “Evrenin özü nous’tur” düşüncesinin sürekliliğinde bir dizge geliştirmiş gerçek felzefecidir.Batıda son yüzelli yıldır felsefenin uğradığı haksız saldırılardan biridir özdekçilik.Batı Tininin felsefeden ne anladığını ve felsefeyi, bilgelik sevgisini ne hale getirdiğinin kötü örneklerinden biridir.Nasıl ki varoluşçuluk, kuşkuculuk,hiççilik bir düşünmeme, anlamam biçimi ise, mantıkbiliminde bir kategori olan özdeği temel yapıp, bütün dizgeyi bunun üzerine konutlamak en hafif değimiyle barbarlıktır.Hegel hiç de ona saldıranların anladığı anlamda mantık dizgesinden doğa dizgesine geçişi bir oluş, ya da yaratılış olarak açındırmaz.Onun felsefesini okumayı bile göze alamayanlar tarafından üçüncü el kaynaklardan edinilen yarım yamalak bilgilerle yalan ve yanlış saldırının elbette bir anlamı vardır.Önce Hegeli kendi metinlerinden okuyalım ondan sonra suçlayılım.Marks’ın Hegel’i anladığı varsayımı insan zekasına bir hakarettir.Herakleitos’la başlayıp,Plato ve Aristotalesle devam eden ve islamik altın çağda farabi ve sina’larla yorumlanan ve Descartes.Spinoza ,Leibniz ve sonunda dizgesel anlatımını Hegelde bulan insan tininin en büyük yaratısı olan felsefenin o yoksul bilinçlerde karşılığı ancak bu denli kepaze olabilir.Batıya öykünen doğu aydını daha başlangıcında felsefede kendi işbirlikçi tavrına gözdağı bulur ve gerçek felsefe, bilgelik sevgisi yerine bu insandan nefret ve bilgiden nefret akımlarının limanına sığınır.Mark’sın felsefeden anladığı, anlattığı kadardır:koskoca bir hiç.