Şavşat Duvar Gazetesi Politika

Diyanet İşleri Başkanlığı Ve Ulusal Dayanışma

Ömer Faruk Eminağaoğlu

Laik devlet, bütün dinlere eşit uzaklıkta ve yansızdır. Dinler karşısında bütünüyle pasif ve edilgen değildir. Çünkü devlet, dinler arasında ayırım yapmadan kısıtlayıcı/düzenleyici işlemlerde bulunabilir. Laikliğin gereği bu düzenlemeler de devlet için olduğu gibi, söylendiğinin aksine kişiler hatta dinler yönünden de bağlayıcıdır. Bu durum, din ve vicdan özgürlüğünün asla sınırsız olmamasının da bir sonucudur.

24.Temmuz.1923 tarihli Lozan Antlaşması’na göre devlet, azınlık statüsündeki cemaatlerin dinsel hizmet ve (ekümeniklik dışındaki) etkinlikleri konusunda, negatif bir yükümlülük altına girmiştir.

Şeyhülislamlığın yerini alan ‘Şeri’ye Vekâleti” ise, 03.Mart.1924 tarih ve 429 sayılı yasa ile kaldırılmıştır. Aynı yasayla, islam etiketli bağnazlık ve yobazlığı gidermek, inanç ve ibadete yönelik hizmetleri yürütmek ve dinsel kurumları yönetmekle görevlendirilen Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Bu yasada, islami kurallar söz konusu olsa bile ‘dünyevi ilişkilerin”, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın değil, yasama ve yürütmenin görevinde olduğu vurgulanmış; islam dinine yönelik hizmetler de, islami cemaat, tekke ve tarikatlara bırakılmamıştır. Hatta 30.Kasım.1925 tarih ve 677 sayılı yasa ile islami cemaat, tarikat ve tekkeler de yasaklanmıştır.

Yine 03.Mart.1924 tarih ve 431 sayılı yasada ‘Halifeliğin kaldırıldığı; cumhuriyet ve hükümetin anlam ve içeriğinde esasen yer aldığından hilafet makamının mülga olduğu” belirtilmiştir. Böylece halifelik ‘kurumsal ve makamsal” olarak kaldırılmış ise de, manen sistemde bırakılmıştır. Bu düzenleme ile 1921 Anayasası’na göre dini islam olan bir devlette(md 7), cumhuriyet ve hükümeti temsil eden organın, sembolik te olsa dinsel şemsiye taşıdığı belirtilmiştir.

1924 tarihli (20.Nisan) Anayasa’da yer alan ‘devlet dininin islam olduğu” ibaresi, 10.Nisan.1928 tarihli değişiklikle Anayasa’dan çıkarılmıştır. Halifeliğin, cumhuriyet ve hükümetin uhdesinde sembolik olarak varlığı da bu tarih itibarıyla sonlanmış; hilafet, manen de Türk devlet düzeninden atılmıştır.

Laiklik ilkesinin 05.Şubat.1937 tarihli değişiklikle anayasaya girmesi, 1961 ve 1982 anayasaların da ise ‘değiştirilemez hükümler” içerisinde korunması, ‘cumhuriyet(=demokrasi) rejiminde” artık halifeliğin asla söz konusu edilemeyeceği anlamındadır.

***

Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk devriminin bir özelliği olarak Cumhuriyetin başından beri, ‘sadece yönetsel kimliğiyle” genel idare içerisinde yer almıştır. Görev ve yetkilerini düzenleyen 14.Haziran.1935 tarih ve 2800 sayılı yasa ile de bu niteliği korunmuştur.

Genel idare içerisinde düzenlenen Diyanet İşleri Başkanlığı, ilk kez 1961 Anayasası’yla anayasal kimlik kazanmıştır(md 154). 22.Haziran.1965 tarih ve 633 sayılı yasa ile Kurum’un görevleri yeniden düzenlenmiştir.

Halen yürürlükteki 633 sayılı yasayla ‘islam dininin ahlak esaslarını” yürütmek te Kurum’un görevleri arasına eklenerek, dinin sosyal alana müdahalesinde kapı aralanmış; 429 sayılı yasadaki Diyanet İşleri Başkanlığı’na yönelik hükümler ve 2800 sayılı yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

Yine 1965 yılına kadar köy ve bucak imamları devlet hazinesinden para almazken, bu tarihten sonra Kurum’a bağlanarak devlet memuru da yapılmışlardır. Giderek Diyanet İşleri Başkanlığı, birçok Bakanlığın ötesinde, devletin üç erkinden biri olan yargıyla başa baş bütçeden pay almaya başlamış, vakıf ve şirketleriyle parasal güç merkezi haline de gelmiştir. Böylece kuruluş amacından uzaklaşan Kurum, yönetsel bir organ olmaktan çok, Din İşleri Yüksek Kurulu, Din Şürası, Mushafları İnceleme Kurulu, Din Eğitimi Dairesi, Hac Dairesi gibi birimleri de gözetildiğinde ‘dinsel bir organ” niteliğine de bürünmüştür.

1982 Anayasası, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bu yapının da ötesinde farklı bir kimlik kazandırmış; üstelik Kurum, dolaylı yoldan Anayasa’nın değiştirilemez hükümleri kapsamına da sokulmuştur. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, yönetsel örgütlenme içerisindeki gerekliliğinin (veya bu gerekliliğin süresinin) ya da neden anayasal bir kurum olarak öngörüldüğünün ötesinde, bugün özellikle yüklendiği (anayasal) görevin içeriği sorgulanmalıdır.

1982 Anayasası’nda, değiştirilmesi bile önerilemeyen Cumhuriyetin niteliklerine yönelik ikinci maddenin esnetilmesiyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin, ‘dini islam” ve ‘ancak laik” bir devlet olarak düzenlendiğini söylemek hatalı olmayacaktır.

Şöyle ki; 1982 Anayasası, ‘ulusal dayanışmayı” Cumhuriyetin nitelikleri arasında saymış(md 2); Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da, laiklik ilkesine bağlı kalarak ‘ulusal dayanışma ve bütünleşmeyi” amaçladığı vurgulanmıştır(md 136). Ulusal dayanışma ve bütünleşme, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın amaçları arasında yer alınca, dinsel alanın ötesinde dünyevi işlerle de donatılan bu Kurum, ulusal dayanışma ve bütünleşmenin bir enstrümanı olarak, ulus ölçeğinde görev yapar hale gelmiştir. Din, ulusal dayanışma ve bütünleşmeyi sağlayan bir etken sayılmakla, tek ve bütün olan Ulus’ta, tek bir din potasında toplanmıştır. Bu bağlamda din için, ulusal çimento nitelemeleri de yapılır olmuştur. Böylece devletin dini kavramı yeniden ortaya çıkmıştır ki, bu boyutuyla 1982 Anayasası, (anayasadan ‘devletin dini islamdır” ibaresinin çıkartıldığı) 1928 öncesine dönüş yaratmıştır. Bugün Türkiye’de gündemi meşgul eden ‘ılımlı islamın anayasal temeli de” laik devrim sonrasında işte bu düzenlemeyle atılmıştır.

‘Ulus ekseninde” hareket eden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın müslüman vatandaşlarla müslüman olmayan vatandaşları (veya inananlarla inanmayanları) nasıl bütünleştirerek dayanışma sağlayacağı sorusunun analitik yanıtı da, ancak ‘müslümanlaştırarak” olabilir ki, bu da din ve vicdan özgürlüğünün ötesinde en azından Lozan Antlaşması gözetildiğinde bile gerçekleştirilmesi olanaksız ve çelişki dolu bir görevdir.

Kaldı ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş yasasına aykırı olarak, açıkça ‘sünni hanefi mezhebi safında” yer alması, anılan mezhebi de adeta ‘resmileştirmektedir.” İslami değerleri benimseyen kitlelere sadece sünni hanefi gözlüğüyle yaklaşmak, amaç edinilen ‘ulusca dayanışma ve bütünleşmeyi” bile görmezden gelmek anlamındadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sadece hanefi kimliğine bürünmesi, islamı farklı biçimde yaşayan kitleleri kapsayamamasına, anayasal amacından bile uzaklaşarak tüm ulusu ‘hanefileştirmek” eleştirilerine neden olmaktadır. Sorun, dinsel bir kuruma laik bir hukuk düzeninde üstelik Atatürk’ün ulus tanımı da gözetilmeden ‘ulusal dayanışma ve bütünleşme görevinin” yüklenmesinden kaynaklanmaktadır.

Bu görev kendisine yüklenen Diyanet İşleri Başkanlığı ise, örneğin kurban ve kurban derileri konusunda her türlü ayrıntıyı açıklarken, dayanışmanın bir örneği olarak kurban derilerinin ancak THK’nca toplanabileceği yolundaki düzenlemeye rağmen, bu doğrultuda özellikle yönlendirici olmayıp suskun kalmaktadır ki, kurban derilerinin mevzuata aykırı olarak yönlendirildiği alanlar gözetildiğinde tutumu dikkat çekicidir.

’Türklerin islam dinini kabul etmeden önce de büyük bir ulus oldukları; müslümanlığı kabulün ulusal bağları gevşettiği, dinsel değerlerin ön plana geçtiği, ulusal duygu ve heyecanların arka planda kaldığı” saptaması karşısında (Atatürk’ten nakleden Afet İnan; Medeni Bilgiler; Ankara 1988, s.21,364); ‘Atatürk’ü anarak ancak ulusal değerleri de, ulusal bir değer olmayan din yoluyla canlandırma düşüncesinin mimarlığını üstlenen 1982 Anayasası kurucu gücünün”, Atatürk’ten ne kadar uzakta olduğu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da 429 sayılı yasadan önceki biçimine dönüştürdüğü yorumsuz olarak ortadadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içerisinde yer alacağına ilişkin anayasal ilkeye aykırı faaliyette bulunmak, 1965 tarihli Siyasi Partiler Yasası’nda, parti kapatma nedeni sayılmıştır(md 98,110). Benzer hükmün halen yürürlükteki 1983 tarih ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’na taşınmasıyla(md 89,101); Kurum, değişen yapısal kimliğiyle bile anayasal koruma görmenin ötesinde, siyasi partilerce dokunulamayan bünyesini de kemikleştirmiştir.

***

Kemalist modelde Ulus kavramı dinden soyutlanmış, ümmetten uzaklaştırılmıştır (Medeni Bilgiler; Ankara 1988, s.22-24). Ancak 1982 Anayasası’na göre ulusal dayanışma ve bütünleşmenin Atatürkçülüğe ve laikliğe aykırı olarak, din yoluyla da gerçekleştirilecek olması, din olgusunun ne kadar reddedilirse reddedilsin bugün hala ulus kavramı içerisinde bir unsur olarak görüldüğü ve kendisine yer edindiğinin açık bir göstergesidir. Böylece Türkiye özeline göre biçimlenen laiklik anlayışının karşısına, 1982 Anayasası’yla Türkiye’ye özgü ‘dinsel etiketli Ulus” kavramı çıkartılmıştır.

Azınlıklar konusunda Lozan Antlaşması’ndaki hükümlerle yetinilirken, müslümanlar için yönetsel organ olmanın ötesinde giderek ‘dinsel kimlikli” bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın söz konusu olması, devletin dinler karşısında eşit uzaklıkta durmadığı eleştirilerini gündeme taşımıştır.

Kurum’a yönelik önemli eleştirilerden birisi de, sosyal ve hukuksal konularda (yani dünyevi işlerde) bile (bu alana müdahale niteliğindeki) yönlendirici dinsel yorumlarıyla adeta bir ‘fetva makamı” haline geldiğidir. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı (ve Din İşleri Yüksek Kurulu), özgürlük alanı dışında kaldığı yargısal kararlarla açıkça ortaya konulan türbanın, dinin bir gereği olduğunu açıklayarak, insanları yönlendirmekte sakınca görmemektedir. Bir başka örnek olarak Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 07.4.2005 tarihinde ‘…kar payı esasına dayalı çalışan, birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sisteminin, yatırılan primlerin dinen helal alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz olduğuna; konusu din tarafından yasaklanmış sigortaların caiz olmadığına” karar verebilmekte; laik bir sistemde yasama ve yargının söz sahibi olduğu alanlarda ‘görüş bile beyan etmemesi gerçeğini” yine göz ardı edebilmektedir.

Bugün dinsel inançları kötüye kullanılarak sömürülen halk, hala bağnazlığın kucağında olduğuna göre, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kitleleri aydınlatma görevini ne ölçüde yerine getirebildiği gözler önündedir. Hatta ulusal değerler içerisinde yer almayan dinin, ulusal dayanışma ve bütünleşmeyi sağlayan bir unsur olarak Anayasaya sokulmasıyla; dolaylı yoldan da olsa 1982 Anayasası’yla ‘devlet dini” kavramı canlandırılmış, 1928 öncesi yapıya dönüş sağlanmıştır. Buna yaşananlar da eklenince, gelinen noktada laik devrim, üstelik anayasal tabanlı ‘islam etiketli devlet ve ulus modelinin” ortaya çıkmasını engelleyememiştir.

Hatta güncel bir konu olarak Osmanlı Dönemi’nde 19 ncu yüzyılda cemaatlerin kendi hukuklarına, müslümanların ise şer’i hukuka tabi olmaları amacıyla, ‘çok hukuklu” sistemin yürütülebilmesi için kimliklere din hanesi eklenmiştir. Laik hukuk devrimiyle çok hukuklu sistem terk edilmiş ve böylece kimlik belgelerine din hanesinin konuluş gerekçesi ortadan kalkmış ise de, bugün anılan konunun yaşama geçirilememesindeki kaygılar bile dikkat çekicidir.

Türk devriminin gereği olarak yönetsel kimliğiyle ortaya çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı; bugün genel idare içerisinde ‘zorunlu ve dinsel” bir kurum olarak anayasal güvencede görev yapmaktadır. Bu anayasal düzen içerisinde ve uygulamadaki konumuyla ise, (1924 tarihli) 429 sayılı yasadan önceki ‘yapıyı” çağrıştırmaktadır. Anayasa’nın ikinci maddesi çarpıtılarak, ‘islam dini” yoluyla sağlanan dayanışma ve bütünleşme de, ulusal olamayacağına göre bu durum Kemalizmin, laikliğin ve ümmetin de onikieylülcesidir.

(03-04.Mart.2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde yayımlanmıştır)

Ömer Faruk EMİNAĞAOĞLU
Yargıtay Cumhuriyet Savcısı

Bu İçerik 608 Kez Görüntülendi

Politika Üye Listesi