Şavşat Duvar Gazetesi Tarih
Neden Resmi Tarih?
‘Eğer nereden gelindiği bilinmiyorsa,
nereye gidildi de bilinmez”
Afrika atasözü
Resmi tarih, hakim sınıfların bilinmesini isteği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyacaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza’ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir Fakat, resmi tarih oluşturmak bir başına amaç değildir. Asıl amaç ‘resmi ideoloji’ oluşturmaktır. Velhasıl, resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarih oluşturmak, resmi tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin [kollektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, bu günün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün oluyor.
Resmi tarih, yalan, tahrifat, yok saymaya [occultation], adıyla çağırmamaya, sansür ve otosansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Toplumsal bellek, egemen sınıfların ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanır. Dolayısıyla genç nesillere öğretilen tarih ‘gerçek tarih’ değil ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur.. Bu ‘uydurulmuş tarih’ başta genç nesiller olmak üzere, kitleler tarafından ‘içselleştirildiğinde’ amaç gerçekleşmiş sayılır. Öyleyse bir toplumun hafızasını [belleğini] yok etmeye, değilse bozmaya, hafıza kabı [amnésie] yaratmaya, tarihi tahrif etmeye kim neden ihtiyaç duyuyor sorusu akla gelir. İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu gizlemekten, unutturmaktan, toplumu geçmişine yabancılaştırmakan, toplumu ‘tarihsizleştirmekten, kimliksizleştirmekten geçiyor. Zira, toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsurudur. Bu yüzden ‘iktidar gizlemesini bilenindir” denmiştir. Hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır. Bir birey için geçerli olan bu durum, toplum için de aynı şekilde geçerlidir. Hakim sınıflar binlerce yıllık tecrübelerinden biliyoryar ki, toplumun geçmişine hakim olmadan bu gününe ve geleceğine hakim olmak mümkün değildir. İşte, toplumun hafıza [bellek] kaybına uğratılma gereği böyle bir ihtiyaçtan doğuyor. Bu iş de düzen tarafından yere göğe sığdırılmayan anlı-şanlı tarihçiler, saray uleması ve/veya akademik statünün gardiyanları tarafından gerçekleştiriliyor. Sömürü düzeni tarihçisini ve tarih eğitimini boşuna önemsemiyor. Okullarda okutulan tarih her zaman ‘kaybedenlerin’ değil, kazanların, kitlelerin değil komutanların, kıralların, padişahların, imparatorların, ulu önderlerin yazdıkları, yazdırdıkları tarihtir. Öyle bir tarih ki, orada tarihin asıl yapıcıları, gerçek özneleri olan geniş halk kitlelerininin esâmesi okunmaz… Savaşı kazanan, vatanı kurtaran, her zaman ulu hakandır, şanlı kraldır, padişahımız efendimizdir, ulu önderimizdir. Velhasıl tarihi yapan kitleler değil ‘kahramanlardır’. Üzerinde yaşadığımız ülke bize ‘ulu önderin’ bir lütfudur… Bizi sadece düşmandan kurtarmakla kalmamış, bir de vatan bağışlamıştır, eğer ulu önderimiz olmasa vatanımız da olmazdı, biz de olmazdık… Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan şunları söyler: ‘Tanrı buyurduğu için, ben çalışıp kazandığım için Türk halkı da öylece kazanmış oldu şüphesiz. Ben erkek kardeşimle beraber bu kadar önderlik edip çalışmasa ve muvaffak olmasa idim, Türk halkı ölecek idi, yok olacak idi”.
Hakim sınıfların ihtiyacına göre yazılmış tarih,işe, geçmişi tahrif ederek, geçmişte yaşanmış olana dair tabular oluşturarak, bazı olayları öne çıkarıp önemini abartıp, bazılarını yok sayarak, değilse önemsizleşirerek, karartarak, silikleştirerek, kişiyi yüceltip, kişiye tapınmaya dayalı bir kişi kültü yaratarak, ama hepsinden önemlisi geçmişin bilinmesi istenmeyen kısımlarını unutturup, hafıza kaybı [amnésie] yaratatmakla mümkün oluyor. Kimi zaman yok saymaya yok etme eşlik eder, kitapların yakılması, kütüphanelerin ateşe verilmesi, o toplumun geçmişini çağrıştıran araçların tahrip edilmesi, tarihi eserlerin yok edilmesi gibi. Kimi zaman da yaşanmış bir olay efsaneleştirilir, yaşanmış bir başka olay yok sayılır, veya gerçekleştirilmiş olan ne varsa bir tek şahsiyete [lidere] mâl edilir. Kişiyi yüceltmekten, kişi kültü yaratmaktan amaç, sadece tarihi tahrif etmek, kafaları bulandırmak değildir, böylece tarihin gerçek öznesi olan kitlelerin rolü yok sayılır. Öyle bir anlayış yerleştirilir ki, sanki tarih büyük adamların elinde oyuncaktır. Böyle yazılmış bir tarih de kaçınılmaz olarak elitist, erkek merkezli ve militaristtir. Dolayısıyla, bize miras kalan tarih ‘gerçek tarih’ değil, aracın direksiyonundakilerin ‘uygun ve gerekli gördüğü’ ısmarlama üzerine üretilmiş tarihtir.
Geleceği kurmak için ‘tarihten ders çıkarmak’, bu amaçla da tarihi öğrenmek gerektiği söylenir Oysa asıl amaç tam da bunun tersini yapmakla ilgilidir. Egemen sınıflar toplumun geleceğini karartmak için geçmişini karatmak durumundadırlar. Tarih eğitiminin amacı insanların [özelikle de genç nesillerin] geçmişleriyle, tarihleriyle, atalarıyla gurur duymasını sağlamaktır. Geçmişle gurur duymak için de geçmiş şanlı olmalıdır. İşte devlet tarihçisi bu aşamada devreye girer ve şanlı bir geçmiş imalatına girişir. Fakat, tarihçinin misyonunu gerçekleştirebilmesi için önce tarihin bir uzmanlık alanı, tarihçinin de ‘toplumsal hafıza uzmanı’, bilminden sual olmaz otorite sayılması gerekir. Aslında bu, bir tür seçme, ayıklama, yok sayma, velhasıl temizlik operasyonudur. Tarihçi utanılacak ne varsa yok sayar, üstünden atlar, ‘geçmişin kirlerini temizler’, boş kareleri doldurur… Şanlı bir geçmiş kurgusuyla amaçlanan sadece gurur duyulacak bir geçmiş yaratmak değildir. Şanlı geçmiş bu gün yaşanan kötülükleri unutturma işlevi de görür. Fakat bellek [hafıza] kaybı yaratmaktan amaç bununla da sınırlı değildir. Böylece iktidar sahipleri [büyük gaspçılar ve şürekâsı], sadece ayrıcaklıklı konumlarını güvence altına almış olmazlar, işledikleri insanlık suçlarının, katliamların, kıyıcılığın ve zulmün hesabının sorulmasını da engellemeyi amaçlarlar. Hafıza kaybı yaratma amacı gerçekleştiğinde egemen sınıflar masumiyetlerini de kanıtlamış olurlar… Dolayısıyla resmi tarih zalimlerin zulmünün cezasız kalmasını sağlar, bir tür berat ettiricidir, Ermeni sorununa dair bağnaz ‘resmi refleks’ İttihatçıların işlediği insanlık suçunun hatırlanmasını engellemek içindir. Eğer bu vesileyle yalanlardan biri deşifre edilir, açığa çıkarsa, başka yalanların da çorap söküğü gibi ortalığa dökülme riski vardır ki, böyle bir şey büyük gaspçıların ve ideolojik uşaklarının korkulu rüyasıdır. Siyasetçiler, devlet adamları ve sözcüleri sık sık ‘tarih tarihçilere bırakılmalıdır” derler. Aslında bununla ‘tarih benim tarihçilerimden başkasına bırakılamaz” demek isterler… Bu yüzden toplumsal bellek alanı [toplum hafızası densin], önemli bir ideolojik mücadele alanı, dolayısıyla sınıf mücadelesini angaje eden birşeydir. Resmi tarih [ve ona dayanan resmi ideoloji de] yalana, tahrifata yok saymaya, adıyla çağırmamaya [sözde Ermeni soykırımı” gibi], tabulaştırmaya, kişi kültüne [Mustafa Kemalin putlaştırılması] vb. dayandığı için, mantikî, etik, bilimsel iç tutarlılıktan yoksun, inandıcılığı şüpheli, son derece kırılgan bir tarih versiyonudur. Son dönemde efsane ürecilerinin yeniden arzı-endam etmesi [Şu Çılgın Türkler” ve bezeri zorlamalar] tam da söyediğim durumla ilgilidir... Bu yüzden resmi tarihin sadece tarihçiler, akademik statünün gardiyanları tarafından savunulması mümkün değildir. Resmi tarih yasalar, mahkemeler tarafından da korunmaya muhtaçtır. Herhangi biri ‘resmi tarihi’ teşhir edip, ‘gerçek tarihe’ ulaşmaya kalkar, ‘mayınlı alana girer’, rejimin tabularına dokunursa, karşısında sadece devlet tarihçisini, ‘zihin gardiyanlarını’ bulmaz, polisi, savcıyı, yargıcı, nihayet hapisaneyi de bulur… Durum böyleyken, devlet tarihçisinin rejim tarafından ödüllendirilmesi, tarafsız bilimin timsali sayılması, burjuva düzeninin bir ironisidir… Elbette bu, resmi tarihe karşı çıkıp ‘başka”, ‘farklı” bir tarih versiyonu oluşturmayı amaçlayanın yazdığı tarihin mutlaka gerçek tarih olduğu anlamına gelmez. Asla böylesi bir kesinlik söz konusu değildir . Devlet tarihçisi [resmî terihçi] değil, öyleyse söylediği muteberdir diye bir kural yoktur ve olmamalıdır. Bu resmi tarihe karşı çıkan, resmi tarihi teşhir etme niyeti taşıyan tarihçinin, sadece yöntem üstünlüğüne sahip olduğu anlamına gelir. Yalanın karşısında durmak, geçmişe ezilen, sömürülen sınıflar, gerçeğe ihtiyacı olan ‘asıl tarih yapıcılar’, tarafından bakmak, asıl misyonu yalan üretmek olan ‘devlet tarihçisine’ göre ‘gerçeği yakalamak bakımından daha avantajlı durumda olmaktır. Dolayısıyla, resmi tarihe karşı çıkanın bilimsel yetkinliğe sahibolması, bilimsel ögelerin diyalektik bütünlüğünü yakalaması, kendinden beklenen yüksekliğe çıkabilmesi gerekir.
Genel bir çerçevede geçerli olan durum, Türkiye söz konusu olduğunda daha da belirgindir. Böylesine köşeli, bağnaz bir resmi tarih versiyonu oluşturup, genç nesillerin zihnini yalanla dordurmanın nedeni, iktidar sahiplerinin meşruiyet sorunuyla ilgilidir. Egemen sınıfın egemenliği sadece zora, çıplak şiddete dayanarak sürdürülemez. Kaba kuvvet, çıplak şiddet, iktidar olmayı sağlasa da, iktidarın kalıcı olabilmesi için ideolojik egemenlik [gönüllü kabullenme] gereklidir. Fakat, insanların [toplumun] bilincine nüfûz edebilme yeteğine sahip bir egemen ideoloji, sadece lafla, nutukla, kahramanlık ayinleriyle, bıktırıcı törenlerle, marşlarla, şanlı geçmiş masallarıyla, düşmanı denize dökme edebiyatıyla, vb. mümkün olmaz. Kitlelerin bilincine nüfuz edecek, yanılsama yaratacak ideoloji bile bir maddi arka planı varsayar. Velhasıl kitlelerin ‘yeni düzenin’ durumlarını iyileştireceğine inanmaları, ikna olmaları gerekir. İkna olmaları için de maddi dünyada asgari düzeyde de olsa birşeylerin değişmesi, gerçekleşmesi gerekir.
İşte bir darbeyle Cumhuriyeti kuran İttihatçı kliğin maddi dünyada kitlelere teklif edeceği fazla birşeyin olmaması, onların egemen ideoloji üretme yeteneklerini zaafa uğratıyordu. Gönüllü kabullenme anlamında bir egemen idieoji oluşturmanın mümkün olmadığı koşullarda, bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya mecburdular. Resmi ideoloji de ancak resmi tarihe dayandırılabilirdi ve öyle oldu. Mustafa Kemal kliğinin bir darbeyle kurduğu Cumhuriyet, emekçi halk çoğunluğunun yaşam koşullarını iyileştirici birşeyler teklif etme yeteneğine sahip değildi. Bir kere Cumhuriyet [ zaten gücü ve etkinliği kalmamış Halife Sultanın sahneden çekilmesi dışında] hiçbir köklü yenilik içermiyordu. Sadece gaspçıların sömürü, yağma ve talanı güvence altına alınmıştı. Gaspçıların durumu da emekçi çoğunluk aleyhine güvence altına alınabildiğine göre, kemalist kliğin önderliğindeki bürokrat, toprak ağası, komprador burjuvazi ittifakı, kitlelerin bilincine nüfûz edecek bir egemen ideoloji oluşturamazdı. İşte maddi plandaki bu zaaf, ideoloji dünyasına daha çok yaslanarak telafi edilmeye çalışılınca, ortaya garip bir resmi tarih ve resmi ideoloji versiyonu çıktı. Eğer 1923 ten sonra toprak ağalarına ve hazineye ait topraklar yoksul ve topraksız köylülere dağıtılsaydı, küçük çiftçilere kredi ve tarımsal girdi kolaylıkları sağlanabilseydi, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirici bazı düzenlemeler yapılsaydı, devlet-toplum yabancılaşmasını hafifletici kimi yöntem ve araçlar devreye sokulabilseydi, sınırlı da olsa halk iradesinin tecellisinin yolu açılabilseydi, vb. yukarda söylediğim ‘maddi geri plan‘ kısmen de olsa gerçekleşmiş olabilirdi. [Hakim sınıf ittifakınını yapısı vekonumu böyle bir açılama engeldi]. Tam tersi gündeme geldi, toprak ağalarının toprakları 1923 sonrasında daha da genişledi… Devlet-toplum yabancılaşması derinleşti, her türlü demokratik açılımın önü kesildi… Bağnaz diktarörlüğün ideolojik alanı önemsemesinin, tarihi tahrif etmek ve yeni bir tarih versiyonu oluşturmak için Türk tarih tezi, Türk dil tezi gibi gülünç çabalar ve zorlamalar içine girmesi, yeni olduğunu söyleyen iktidarın kitlelere teklif edecek yeni birşeyi olmamasıylailgiliydi. Kendisi eski olan yeni birşey teklif edebilir miydi? Bu yüzden Türkiye’deki rejim her zaman ideolojik alanı önemsemiştir.
Okullarda okutan tarih gerçeğin tarihi olmaktan çok ideolojik bir kurgudur. Genel bir çerçevede de CHF [Cumhuriyet Halk Fırkası] kongresinde Mustafa Kemal’in sunduğu Büyük Nutuk’a dayanıyor. Bir ülkenin tarihi sadece bir siyasi şahsiyetin hikaye ettiğine dayandırıla bilir mi? Mustafa Kemal’in yapılan herşeyi kendisine mal etmesi ve olayları öyle hikaye etmesi işin doğası gereğidir. Bir kere Nutukta anlatılanlarla gerçekte yaşanlar arasında bariz uyumusuzluk var. İkincisi, yakın tarih yazılırken ekseri Birinci emperyalistler arası savaş yok sayılıyor. Aslında emperyalist savaş atlanarak, geçiştirilerek yazılan tarihin bir kiymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Aynı şekilde 1908 de geçiştiriliyor. Oysa, asıl kırılma noktası resmi tarihin ısrarla ileri sürdüğü gibi 1923 değil, 1908’dir. Daha önce başka yerde yazdığım gibi [Yediyüz-Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi] 1923 sonrasında kurulan rejim ‘İkinci İttihatçı rejiminden başka birşey değildi. Üçüncüsü de, kişi kültü yaratmayı, kişiye tapınmayı marifet sayan bir tarih anlayışı, modernite sonrası dönemin toplumuna yakışmaz... Fakat Türkiyenin tarihinde ve o tarihin hiçbir döneminde bir modernite devrimimin ve aydınlanmanın yaşanmamış olması, hâlâ kişi kültünü sürdürmeyi mümkün kılıyor. Gerçek durum böyledir ama Cumhuriyet modernitenin ve aydınlanmanın timsâli sayılıyor… Bu durum Türkiye’deki bilimsel-entellektüel azgelişmişliğin rahatsız edici bir göstergesidir ve bilimsel-entellektüel azgelişmişlikle resmi tarih ve resmi ideoloji birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üretiyor.
İradi olarak geçmişi yok saymak mümkündür ama geçmişi yok etmek mümkün değildir. Resmi tarihin yok saydığı, yok etmek için onca çaba harcadğı gerçeklerin aradan onca zaman geçmesine rağmen, öcünü alırcasına ve inatla gündemdeki yerini alması bu yüzdendir. Geçmiş bu günkü zamanda bizde varolmaya. bizimle yaşamaya devam ediyor. Tarih sağır ve dilsiz değildir, duyup söylemeye devam ediyor ve edecek ama bu kendiliğinden olacak birşey değildir. Eğer tarihimize sahip çıkarsak, yalancıları, tahrifatçıları, efsane ve tabu imalatçılarını teşhir edebilirsek, tarih bizi özgürleştirecektir.
Bu yüzden ünlü İngiliz tarihçisi Martin Bernal’in dediği gibi: ‘ Tarih tariçilere, akademik statünün gardiyanlarına bırakılmayacak kadar önemlidir.”
Fikret BAŞKAYA-25 Şubat 2006
nereye gidildi de bilinmez”
Afrika atasözü
Resmi tarih, hakim sınıfların bilinmesini isteği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyacaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza’ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir Fakat, resmi tarih oluşturmak bir başına amaç değildir. Asıl amaç ‘resmi ideoloji’ oluşturmaktır. Velhasıl, resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarih oluşturmak, resmi tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin [kollektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, bu günün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün oluyor.
Resmi tarih, yalan, tahrifat, yok saymaya [occultation], adıyla çağırmamaya, sansür ve otosansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Toplumsal bellek, egemen sınıfların ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanır. Dolayısıyla genç nesillere öğretilen tarih ‘gerçek tarih’ değil ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur.. Bu ‘uydurulmuş tarih’ başta genç nesiller olmak üzere, kitleler tarafından ‘içselleştirildiğinde’ amaç gerçekleşmiş sayılır. Öyleyse bir toplumun hafızasını [belleğini] yok etmeye, değilse bozmaya, hafıza kabı [amnésie] yaratmaya, tarihi tahrif etmeye kim neden ihtiyaç duyuyor sorusu akla gelir. İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu gizlemekten, unutturmaktan, toplumu geçmişine yabancılaştırmakan, toplumu ‘tarihsizleştirmekten, kimliksizleştirmekten geçiyor. Zira, toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsurudur. Bu yüzden ‘iktidar gizlemesini bilenindir” denmiştir. Hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır. Bir birey için geçerli olan bu durum, toplum için de aynı şekilde geçerlidir. Hakim sınıflar binlerce yıllık tecrübelerinden biliyoryar ki, toplumun geçmişine hakim olmadan bu gününe ve geleceğine hakim olmak mümkün değildir. İşte, toplumun hafıza [bellek] kaybına uğratılma gereği böyle bir ihtiyaçtan doğuyor. Bu iş de düzen tarafından yere göğe sığdırılmayan anlı-şanlı tarihçiler, saray uleması ve/veya akademik statünün gardiyanları tarafından gerçekleştiriliyor. Sömürü düzeni tarihçisini ve tarih eğitimini boşuna önemsemiyor. Okullarda okutulan tarih her zaman ‘kaybedenlerin’ değil, kazanların, kitlelerin değil komutanların, kıralların, padişahların, imparatorların, ulu önderlerin yazdıkları, yazdırdıkları tarihtir. Öyle bir tarih ki, orada tarihin asıl yapıcıları, gerçek özneleri olan geniş halk kitlelerininin esâmesi okunmaz… Savaşı kazanan, vatanı kurtaran, her zaman ulu hakandır, şanlı kraldır, padişahımız efendimizdir, ulu önderimizdir. Velhasıl tarihi yapan kitleler değil ‘kahramanlardır’. Üzerinde yaşadığımız ülke bize ‘ulu önderin’ bir lütfudur… Bizi sadece düşmandan kurtarmakla kalmamış, bir de vatan bağışlamıştır, eğer ulu önderimiz olmasa vatanımız da olmazdı, biz de olmazdık… Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan şunları söyler: ‘Tanrı buyurduğu için, ben çalışıp kazandığım için Türk halkı da öylece kazanmış oldu şüphesiz. Ben erkek kardeşimle beraber bu kadar önderlik edip çalışmasa ve muvaffak olmasa idim, Türk halkı ölecek idi, yok olacak idi”.
Hakim sınıfların ihtiyacına göre yazılmış tarih,işe, geçmişi tahrif ederek, geçmişte yaşanmış olana dair tabular oluşturarak, bazı olayları öne çıkarıp önemini abartıp, bazılarını yok sayarak, değilse önemsizleşirerek, karartarak, silikleştirerek, kişiyi yüceltip, kişiye tapınmaya dayalı bir kişi kültü yaratarak, ama hepsinden önemlisi geçmişin bilinmesi istenmeyen kısımlarını unutturup, hafıza kaybı [amnésie] yaratatmakla mümkün oluyor. Kimi zaman yok saymaya yok etme eşlik eder, kitapların yakılması, kütüphanelerin ateşe verilmesi, o toplumun geçmişini çağrıştıran araçların tahrip edilmesi, tarihi eserlerin yok edilmesi gibi. Kimi zaman da yaşanmış bir olay efsaneleştirilir, yaşanmış bir başka olay yok sayılır, veya gerçekleştirilmiş olan ne varsa bir tek şahsiyete [lidere] mâl edilir. Kişiyi yüceltmekten, kişi kültü yaratmaktan amaç, sadece tarihi tahrif etmek, kafaları bulandırmak değildir, böylece tarihin gerçek öznesi olan kitlelerin rolü yok sayılır. Öyle bir anlayış yerleştirilir ki, sanki tarih büyük adamların elinde oyuncaktır. Böyle yazılmış bir tarih de kaçınılmaz olarak elitist, erkek merkezli ve militaristtir. Dolayısıyla, bize miras kalan tarih ‘gerçek tarih’ değil, aracın direksiyonundakilerin ‘uygun ve gerekli gördüğü’ ısmarlama üzerine üretilmiş tarihtir.
Geleceği kurmak için ‘tarihten ders çıkarmak’, bu amaçla da tarihi öğrenmek gerektiği söylenir Oysa asıl amaç tam da bunun tersini yapmakla ilgilidir. Egemen sınıflar toplumun geleceğini karartmak için geçmişini karatmak durumundadırlar. Tarih eğitiminin amacı insanların [özelikle de genç nesillerin] geçmişleriyle, tarihleriyle, atalarıyla gurur duymasını sağlamaktır. Geçmişle gurur duymak için de geçmiş şanlı olmalıdır. İşte devlet tarihçisi bu aşamada devreye girer ve şanlı bir geçmiş imalatına girişir. Fakat, tarihçinin misyonunu gerçekleştirebilmesi için önce tarihin bir uzmanlık alanı, tarihçinin de ‘toplumsal hafıza uzmanı’, bilminden sual olmaz otorite sayılması gerekir. Aslında bu, bir tür seçme, ayıklama, yok sayma, velhasıl temizlik operasyonudur. Tarihçi utanılacak ne varsa yok sayar, üstünden atlar, ‘geçmişin kirlerini temizler’, boş kareleri doldurur… Şanlı bir geçmiş kurgusuyla amaçlanan sadece gurur duyulacak bir geçmiş yaratmak değildir. Şanlı geçmiş bu gün yaşanan kötülükleri unutturma işlevi de görür. Fakat bellek [hafıza] kaybı yaratmaktan amaç bununla da sınırlı değildir. Böylece iktidar sahipleri [büyük gaspçılar ve şürekâsı], sadece ayrıcaklıklı konumlarını güvence altına almış olmazlar, işledikleri insanlık suçlarının, katliamların, kıyıcılığın ve zulmün hesabının sorulmasını da engellemeyi amaçlarlar. Hafıza kaybı yaratma amacı gerçekleştiğinde egemen sınıflar masumiyetlerini de kanıtlamış olurlar… Dolayısıyla resmi tarih zalimlerin zulmünün cezasız kalmasını sağlar, bir tür berat ettiricidir, Ermeni sorununa dair bağnaz ‘resmi refleks’ İttihatçıların işlediği insanlık suçunun hatırlanmasını engellemek içindir. Eğer bu vesileyle yalanlardan biri deşifre edilir, açığa çıkarsa, başka yalanların da çorap söküğü gibi ortalığa dökülme riski vardır ki, böyle bir şey büyük gaspçıların ve ideolojik uşaklarının korkulu rüyasıdır. Siyasetçiler, devlet adamları ve sözcüleri sık sık ‘tarih tarihçilere bırakılmalıdır” derler. Aslında bununla ‘tarih benim tarihçilerimden başkasına bırakılamaz” demek isterler… Bu yüzden toplumsal bellek alanı [toplum hafızası densin], önemli bir ideolojik mücadele alanı, dolayısıyla sınıf mücadelesini angaje eden birşeydir. Resmi tarih [ve ona dayanan resmi ideoloji de] yalana, tahrifata yok saymaya, adıyla çağırmamaya [sözde Ermeni soykırımı” gibi], tabulaştırmaya, kişi kültüne [Mustafa Kemalin putlaştırılması] vb. dayandığı için, mantikî, etik, bilimsel iç tutarlılıktan yoksun, inandıcılığı şüpheli, son derece kırılgan bir tarih versiyonudur. Son dönemde efsane ürecilerinin yeniden arzı-endam etmesi [Şu Çılgın Türkler” ve bezeri zorlamalar] tam da söyediğim durumla ilgilidir... Bu yüzden resmi tarihin sadece tarihçiler, akademik statünün gardiyanları tarafından savunulması mümkün değildir. Resmi tarih yasalar, mahkemeler tarafından da korunmaya muhtaçtır. Herhangi biri ‘resmi tarihi’ teşhir edip, ‘gerçek tarihe’ ulaşmaya kalkar, ‘mayınlı alana girer’, rejimin tabularına dokunursa, karşısında sadece devlet tarihçisini, ‘zihin gardiyanlarını’ bulmaz, polisi, savcıyı, yargıcı, nihayet hapisaneyi de bulur… Durum böyleyken, devlet tarihçisinin rejim tarafından ödüllendirilmesi, tarafsız bilimin timsali sayılması, burjuva düzeninin bir ironisidir… Elbette bu, resmi tarihe karşı çıkıp ‘başka”, ‘farklı” bir tarih versiyonu oluşturmayı amaçlayanın yazdığı tarihin mutlaka gerçek tarih olduğu anlamına gelmez. Asla böylesi bir kesinlik söz konusu değildir . Devlet tarihçisi [resmî terihçi] değil, öyleyse söylediği muteberdir diye bir kural yoktur ve olmamalıdır. Bu resmi tarihe karşı çıkan, resmi tarihi teşhir etme niyeti taşıyan tarihçinin, sadece yöntem üstünlüğüne sahip olduğu anlamına gelir. Yalanın karşısında durmak, geçmişe ezilen, sömürülen sınıflar, gerçeğe ihtiyacı olan ‘asıl tarih yapıcılar’, tarafından bakmak, asıl misyonu yalan üretmek olan ‘devlet tarihçisine’ göre ‘gerçeği yakalamak bakımından daha avantajlı durumda olmaktır. Dolayısıyla, resmi tarihe karşı çıkanın bilimsel yetkinliğe sahibolması, bilimsel ögelerin diyalektik bütünlüğünü yakalaması, kendinden beklenen yüksekliğe çıkabilmesi gerekir.
Genel bir çerçevede geçerli olan durum, Türkiye söz konusu olduğunda daha da belirgindir. Böylesine köşeli, bağnaz bir resmi tarih versiyonu oluşturup, genç nesillerin zihnini yalanla dordurmanın nedeni, iktidar sahiplerinin meşruiyet sorunuyla ilgilidir. Egemen sınıfın egemenliği sadece zora, çıplak şiddete dayanarak sürdürülemez. Kaba kuvvet, çıplak şiddet, iktidar olmayı sağlasa da, iktidarın kalıcı olabilmesi için ideolojik egemenlik [gönüllü kabullenme] gereklidir. Fakat, insanların [toplumun] bilincine nüfûz edebilme yeteğine sahip bir egemen ideoloji, sadece lafla, nutukla, kahramanlık ayinleriyle, bıktırıcı törenlerle, marşlarla, şanlı geçmiş masallarıyla, düşmanı denize dökme edebiyatıyla, vb. mümkün olmaz. Kitlelerin bilincine nüfuz edecek, yanılsama yaratacak ideoloji bile bir maddi arka planı varsayar. Velhasıl kitlelerin ‘yeni düzenin’ durumlarını iyileştireceğine inanmaları, ikna olmaları gerekir. İkna olmaları için de maddi dünyada asgari düzeyde de olsa birşeylerin değişmesi, gerçekleşmesi gerekir.
İşte bir darbeyle Cumhuriyeti kuran İttihatçı kliğin maddi dünyada kitlelere teklif edeceği fazla birşeyin olmaması, onların egemen ideoloji üretme yeteneklerini zaafa uğratıyordu. Gönüllü kabullenme anlamında bir egemen idieoji oluşturmanın mümkün olmadığı koşullarda, bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya mecburdular. Resmi ideoloji de ancak resmi tarihe dayandırılabilirdi ve öyle oldu. Mustafa Kemal kliğinin bir darbeyle kurduğu Cumhuriyet, emekçi halk çoğunluğunun yaşam koşullarını iyileştirici birşeyler teklif etme yeteneğine sahip değildi. Bir kere Cumhuriyet [ zaten gücü ve etkinliği kalmamış Halife Sultanın sahneden çekilmesi dışında] hiçbir köklü yenilik içermiyordu. Sadece gaspçıların sömürü, yağma ve talanı güvence altına alınmıştı. Gaspçıların durumu da emekçi çoğunluk aleyhine güvence altına alınabildiğine göre, kemalist kliğin önderliğindeki bürokrat, toprak ağası, komprador burjuvazi ittifakı, kitlelerin bilincine nüfûz edecek bir egemen ideoloji oluşturamazdı. İşte maddi plandaki bu zaaf, ideoloji dünyasına daha çok yaslanarak telafi edilmeye çalışılınca, ortaya garip bir resmi tarih ve resmi ideoloji versiyonu çıktı. Eğer 1923 ten sonra toprak ağalarına ve hazineye ait topraklar yoksul ve topraksız köylülere dağıtılsaydı, küçük çiftçilere kredi ve tarımsal girdi kolaylıkları sağlanabilseydi, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirici bazı düzenlemeler yapılsaydı, devlet-toplum yabancılaşmasını hafifletici kimi yöntem ve araçlar devreye sokulabilseydi, sınırlı da olsa halk iradesinin tecellisinin yolu açılabilseydi, vb. yukarda söylediğim ‘maddi geri plan‘ kısmen de olsa gerçekleşmiş olabilirdi. [Hakim sınıf ittifakınını yapısı vekonumu böyle bir açılama engeldi]. Tam tersi gündeme geldi, toprak ağalarının toprakları 1923 sonrasında daha da genişledi… Devlet-toplum yabancılaşması derinleşti, her türlü demokratik açılımın önü kesildi… Bağnaz diktarörlüğün ideolojik alanı önemsemesinin, tarihi tahrif etmek ve yeni bir tarih versiyonu oluşturmak için Türk tarih tezi, Türk dil tezi gibi gülünç çabalar ve zorlamalar içine girmesi, yeni olduğunu söyleyen iktidarın kitlelere teklif edecek yeni birşeyi olmamasıylailgiliydi. Kendisi eski olan yeni birşey teklif edebilir miydi? Bu yüzden Türkiye’deki rejim her zaman ideolojik alanı önemsemiştir.
Okullarda okutan tarih gerçeğin tarihi olmaktan çok ideolojik bir kurgudur. Genel bir çerçevede de CHF [Cumhuriyet Halk Fırkası] kongresinde Mustafa Kemal’in sunduğu Büyük Nutuk’a dayanıyor. Bir ülkenin tarihi sadece bir siyasi şahsiyetin hikaye ettiğine dayandırıla bilir mi? Mustafa Kemal’in yapılan herşeyi kendisine mal etmesi ve olayları öyle hikaye etmesi işin doğası gereğidir. Bir kere Nutukta anlatılanlarla gerçekte yaşanlar arasında bariz uyumusuzluk var. İkincisi, yakın tarih yazılırken ekseri Birinci emperyalistler arası savaş yok sayılıyor. Aslında emperyalist savaş atlanarak, geçiştirilerek yazılan tarihin bir kiymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Aynı şekilde 1908 de geçiştiriliyor. Oysa, asıl kırılma noktası resmi tarihin ısrarla ileri sürdüğü gibi 1923 değil, 1908’dir. Daha önce başka yerde yazdığım gibi [Yediyüz-Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi] 1923 sonrasında kurulan rejim ‘İkinci İttihatçı rejiminden başka birşey değildi. Üçüncüsü de, kişi kültü yaratmayı, kişiye tapınmayı marifet sayan bir tarih anlayışı, modernite sonrası dönemin toplumuna yakışmaz... Fakat Türkiyenin tarihinde ve o tarihin hiçbir döneminde bir modernite devrimimin ve aydınlanmanın yaşanmamış olması, hâlâ kişi kültünü sürdürmeyi mümkün kılıyor. Gerçek durum böyledir ama Cumhuriyet modernitenin ve aydınlanmanın timsâli sayılıyor… Bu durum Türkiye’deki bilimsel-entellektüel azgelişmişliğin rahatsız edici bir göstergesidir ve bilimsel-entellektüel azgelişmişlikle resmi tarih ve resmi ideoloji birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üretiyor.
İradi olarak geçmişi yok saymak mümkündür ama geçmişi yok etmek mümkün değildir. Resmi tarihin yok saydığı, yok etmek için onca çaba harcadğı gerçeklerin aradan onca zaman geçmesine rağmen, öcünü alırcasına ve inatla gündemdeki yerini alması bu yüzdendir. Geçmiş bu günkü zamanda bizde varolmaya. bizimle yaşamaya devam ediyor. Tarih sağır ve dilsiz değildir, duyup söylemeye devam ediyor ve edecek ama bu kendiliğinden olacak birşey değildir. Eğer tarihimize sahip çıkarsak, yalancıları, tahrifatçıları, efsane ve tabu imalatçılarını teşhir edebilirsek, tarih bizi özgürleştirecektir.
Bu yüzden ünlü İngiliz tarihçisi Martin Bernal’in dediği gibi: ‘ Tarih tariçilere, akademik statünün gardiyanlarına bırakılmayacak kadar önemlidir.”
Fikret BAŞKAYA-25 Şubat 2006
Bu İçerik 651 Kez Görüntülendi
Yorumlar
sizi kınıyorum
Tuğrul Keskin - 27 Mart 2006
buyrun tarihi siz yazın o zaman bakalım ne kadar tarafsız olabileceksiniz Mustafa Kemal için böyle sözler söylemenizi doğru bulmuyorum eğer bir yerde bir otorite olmazsa orada devlet olmaz.devlet kurulamaz bu devleti kurataran kuran ve inklap yapan halktır ama bize yol gösteren Mustafa Kemal’dir. İngiliz başbakanı loyd corc un bi sözü vardır. çanakkale savaşlarından sonra neden alınamadı boğazlar ve çanakkale diye sorulunca kürsüye çıkıp [arkadaşlar asırlar pek nadir dahi yetiştirir der asrımızda ise o dahiyi TÜRK milleti yetiştirmiştir der ] ve istifasını verip çıkar işte bunun için Musatafa Kemal eğer o olmasaydı şuan burada olmazdık bunu görmezden gelemezsiniz bu gün hangi ülkeye giderseniz gidin kendi tarihiyle övünür yenilmiş olsa bile çünkü millet olma bilincini sağlamaya çalışır ülkesinde ben öğrenciyim bize kimse kulaktan dolma bilgiler veremz zaten yeterki araştırmasını bilelim. savaşmadan öldürmeden devlet kurulamaz devlet kurmak otoriteye isyanla başlar. unutmayın ki biz kurtuluş savaşını topyekün savaşla kazandık tekalif -i milliyew kuralları bosuna cıkmadı. ve bunlarıda kimse inkar etmedi
tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir.
Vedat Demir - 25 Mart 2006
MUSTAFA KEMALE DİL UZATMAK BİR ŞAVŞATLIYA KESİNLİKLE YAKIŞMAZ. HER LİDERİN DOĞRULARI YANINDA YANLIŞLARIDA OLACAKTIR. AMA MUSTAFA KEMALİN DOĞRULARI ÇOK FAZLADIR. OGÜNKÜ ŞARTLAR ALTINDA YAPTIĞI MÜCEDELEDE BASİT BİR MÜCADELE DEĞİLDİR. HALİFE ÜLKEYİ TERKETTİŞEMPERYALİST GÜÇLER KENDİLİĞNDEN TÜRKİYEDEN ÇEKİLDİ, MUSTAFA KEMALDE BU BOŞLUKTAN YARARLANARAK KENDİNİ LİDER İLEN ETTİ VARMI BÖYLE BİR MANTIK.İSTİKLAL SAVAŞINDA KAYBEDİLEN YÜZBİNLERCE VATAN EVLADI BOŞUNAMI GİTTİ. BİR ŞAVŞATLI OLARAK BU YORUMUNUZU TASVİP ETMİYOR VE KATILMIYORUM.