Şavşat ve Kültür-Sanat Öyküler

Mutluluğun çığlığı yoktur

Hacer Gül

Mutluluğun çığlığı yoktur

Kerem kendi suretini görmeden
Sen artık aslına bürün demişler
Ferhat doğduğu gün isim vermeden
Bu çocuk ne kadar şirin demişler

Akşamüzeri buluştu aileler. Tatlı ve sıcak bir karşılamayla karşılandı misafirler. Çölün kumları yazın ateşinde daha bir kavrulurken, iki kalbe düşmüş aşk ateşinin yangınını söndürmeye niyetliydi misafirler de ev sahipleri de. Uzunca bir hal hatır sormadan sonra, “Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle...” diye başlayıp sadede geldi Kays’ın babası. Başından belliydi ama, illâ da bu sözü söyletmek gerekiyordu oğlan babasına. Sonuna kadar dinledi Leyla’nın babası. Kahvesini yarım yarım yudumlayan damat adayının yüzü biraz daha kızardı, başı öne eğildi. Sadede gelindiği sırada arka odalardan birine kaçıveren Leyla, kulağını kapıya dayadı. Cevabı çoktan belli olduğu halde, yine de usulen gözlerini eşinin gözlerinde gezdirdi adam. “Sen ne dersin?” anlamındaki bakışa, kadın başını öne eğerek cevap verdi. Kararsızlık gibi gelen kısa süreli suskunluğun ardından, yine de kızı hemen veriyormuş gibi görünmemeye özen göstererek, “Verdim gitti!” dedi. Delikanlının yüzü daha bir allı morlu oluverdi. Genç kız derin bir nefes aldı. Arka odadaki kız, gelinliğinin hayalini kurmaya başladı. Derken yüzükler takıldı ve düğün hazırlıklarına başlandı. (...)

Kays’ın ve Leyla’nın ailesi böyle kolayca anlaşmış olsalardı, Leyla ve Mecnun hikâyesi sadece bu kadar olacaktı. Leyla ve Mecnun hiç engelsiz ve elemsiz birleşmiş olsalardı, şimdilerde ne Mecnun’u ne de Leyla’yı bilecektik. Nasılsa kavuştuklarına göre, Kays’ı mecnun eyleyen ayrılık ve acı da baştan silinecekti, Leyla’nın nice âşığın nice şiirini besleyen erişilmezliği ve nazı da hiç ortaya çıkmayacaktı. Leyla ve Mecnun’u sıradan bir birleşmenin sıradan kahramanları olarak sıradan zamanlarda bırakıp unutacaktık. Bir de Ferhad’in kazma seslerine kulak verin. Şirin’i ile aralarını bir dağ kesmiyor olsaydı, ne Ferhad’in feryadını duyacaktık ne de Şirin’in şirinliği dilimize dolanacaktı. Ferhad ile Şirin’in evlilik cüzdanlarındaki karşılıklı fotoğraflarıyla avunacaktık. Evlilik cüzdanları, aralarındaki aşkın derinliğini göstermeyecekti bize. Aralarındaki dağ kalkınca, sıradan bir çiftin sıradan aşklarını yaşamış olacaklardı.

Peki ya Yusuf hiç kuyuya atılmasaydı ne olurdu? Asıl felaketimiz o zaman başlardı işte. Bir köle olarak satılmasaydı Yusuf, Züleyha da yasaklı bir kadın olmasaydı. Züleyha ve Yusuf bekâr birer genç olarak karşılaşsalardı Mısır sokaklarında, aileleri anlaşsaydı izdivaçlarında, en azından Züleyha’yı hatırlamaz, hatta Yusuf’u “az kalsın kalbinin kayacağı” ciddi bir sınavdan geçmemiş biri olarak bilmeyecektik. Âşık olunduğu halde, bizzat âşığı tarafından iftiraya kurban edilmeseydi, zindanda kalmasaydı, Yusuf da sıradan bir âşık, sıradan bir erkek olmaz mıydı? Züleyha da, helâlden ayrılığı göze almasaydı, isyanı ve günahı hiçe saymasaydı, dişiliğinin her türlü kaprisini ve nazını açık etmeseydi anılmayacaktı.

Tahir ile Zühre de, Romeo ile Juliet de aynı kaderi paylaştılar. Şimdilerde dilimiz Leyla der demez, yanına Mecnun kelimesi de koşuyorsa, Leyla ile Mecnun’un ayrı kalmaları sayesindedir. Şimdilerde hafızamızda Ferhad ile Şirin birbirlerine hemen kavuşuyorsa, aralarındaki aşılmaz dağa borçludurlar bu kavuşmayı. Yusuf ile Züleyha da birlikte anılıyorsa, onları birbirinden ayrı tutan iffet ve namus sayesindedir bu birliktelik. Bir de zavallı bülbülü hatırlayın. Nedir çektiği gülden. Ne çok kanamıştır, ne çok yaralanmıştır. Bülbülün ötüşü dillere destan ise çektiği acı sayesindedir. Kim dinler mutlu ve huzurlu bir bülbülü? Sonra kim ciddiye alıp önemser, dikensiz ve kaprissiz bir gülü? İllâ da ayrılık olacaktır arada. İllâ acı olacak ki, çığlıklar yükselsin göğe. Endişe etmeyin, ayrılığı övmek değil niyetim. Namımız yürüsün diye ayrılıkların ardına savrulalım, yıkılıp perişan olalım, şarkı sözlerine konu olalım, gözyaşı dökelim demiyorum asla. Kavuşmanın bizi sıradanlaştırmasına karşı ayak diremenin bir yolunu bulmaya çalışıyorum. Hep birlikte olmanın, beraber kalmanın nesi var ki, büyük güzellemelere konu olmamış, ince sözleri ve şiirleri doğurmamış. Acı, kendisini dışa doğru da ayarlayan bir duygudur. Ayrılık dışarıdan seyredilebilir bir manzaradır. Gözyaşı göz önüne taşıp da akan bir şeydir. Elem çığlık çığlığa bağırır.

Ama mutluluk öyle değil; çığlıkları yoktur, bir köşeye kıvrılıp sessizce yaşamayı sürdürür. Huzurun dili yok gibidir; konuşmaz, konuşamaz, sesi sedası çıkmaz. Odalarda, kapı arkalarında uslu uslu yaşayıp gider. Kavuşmak pek utangaçtır; ortalıkta pek gözükmez, sokağa çıkmaz, feryad ü figanı olmaz, çenesini kapayıp oturur oturduğu yerde.

Şirin’inizi Ferhad gibi sevmekse niyetiniz, aranıza dağların durmasını beklemeyin.

Eşinizi ne kadar zaman sonra buldunuz ve kesin olan şu ki, bir zaman sonra ya o sizi, ya siz onu “gayb”edeceksiniz. Şimdiki çığlıksız mutluluğunuza ses olmaya yetmez mi aranızda ölümden bir dağ oluşu? Belki Yusuf’leyin ayrı kalmanız gerekmedi sevdiğinizden. Peki ama, haberiniz oldu mu hiç, bir dünya dolusu mülkü bağışlasanız da, bir başkasının kalbini kalbinize ısındıramayacağınızdan? “Kalpleri birbirine ısındıran ancak Allah’tır.” [Bakınız; Enfal 63] Yusuf’unuz eylediğiniz adamın kalbinin size lûtfen ısındırıldığını bilmeniz, huzurunuzun sesi sedası olamaz mı? Belki Kerem’e Aslı olacak kadar önemli görmüyorsunuz kendinizi. Belki bülbülü olacak denli gül eylemiyorsunuz sevdiğinizi. Kavga etseniz de, küsüşseniz de, anlaşamasanız da, yine size dönen, yine yüzünüze bakan eşiniz, az mı dağ aşmıştır, kalbini az mı dikenlere batırmıştır sanıyorsunuz? Kavuşmanıza feryad ü figan olamaz mı bu kadarı?

Bu İçerik 170 Kez Görüntülendi

Kültür Öyküler Üye Listesi